
Süper Kahraman nedir, kime denir? Konuya direk buradan giriyoruz. Sıkça gördüğüm tartışmalardan biri, süper gücü (supernatural – doğaüstü) olmayan karakterlerin “süper kahraman” olamayacağını, bu yüzden de Superman’in bir süper kahraman olduğu ama Batman’in olmadığı görüşüdür. Bu, hatalı bir düşüncedir. Bir başka hatalı düşünce de, Batman’in “sadece zengin olduğu için Batman haline geldiği” yanılgısıdır ve bu yanılgı üstünden de bolca karikatür çizilip yaygın yanlış bilgilerden biri hale getirmiştir. İşte bu yüzden buradan girdim ve Süper Kahraman tanımı üzerinden başlama gereği duydum.
Soru neydi, tekrar alabilir miyim? Süper Kahraman nedir, kime denir? Bu sadece çizgi romanlara yabancı kalmış insanlar arasında değil, bizzat çizgi roman piyasasını yönlendiren kişiler arasında bile tartışmalı bir konudur. O yüzden “Süper Kahraman” tanımını iyi yapmamız gerekiyor.
Çok fazla detaya girmeden, edebiyat alanındaki “kahraman” tanımından başlayalım. Herhangi edebi bir çalışmada, tehlikelerle karşılaşan, sıkıntılara karşı mücadele eden, toplum açısından “iyi” sayılan davranış sergileyen ana karaktere “kahraman” (hero) denir. İyi sayılan davranış ve özellikler, çalışkanlık, cesaret, temizlik, dürüstlük, idealizm gibi değerler üzerinden sunulur. Hikayenin oluşabilmesi için bir çatışmaya ihtiyaç var, ve bunun için de bir düşman figürü (villain) konulur. Bu karakter de, kahramanımızın tam zıttı özelliklere sahip olur, kötü, acımasız, kaba, çirkin birisi tasvir edilir. Kahraman illa çatılardan çatılara atlayan, insanları kurtaran, eli kılıçlı bir karakter olması gerekmez. Kahraman olarak gördüğümüz karakterler, Joseph Campbell’in Monomyth diye tanımlanan Kahramanın Seyahati akışına uyan hikayelerle karşımıza çıkar. Düşman ya da çatışma için konulan unsur, bu akışın işleyişini etkiler. Bu bahsettiğim kahraman tanımı, edebiyat alanında yaygın biçimde kullanılmış ve çok uzun süre boyunca kabul görmüş. Yenilik getirmek isteyen bazı kişiler “antihero” diye bir fikir ortaya atıyor, ana karakter olduğu için hikayede iyi tarafı oynayan, ama hep düşmanlara atfedilmiş özellikleri taşıyan karakterler görmeye başlıyoruz. Bunun bir sonraki aşaması da antivillain oluyor, okuyucuya/seyirciye sempatik özelliklerle sunulan kötü karakterlerdir, amaçladıkları hedefler iyi ve kahramanca görülebilir ama oraya gidiş yolları kötülük üstünden gerçekleşir. Örnek verelim, kahraman: Superman ve Captain America, antikahraman: Constantine ve Punisher, düşman: Joker ve Kingpin, antidüşman: Magneto ve Mr Freeze.
Burada “süper” kısmına girdiğimizde işler karışıyor. Evet, Superman’in süper güçleri (hatta süperin de süperi) olduğuna ve Batman’in olmadığına hemfikiriz. Ama bu ayrımı neye göre yapabiliriz ki? Yani mesela Superman galaksiler arası uçabilecek ve gezegenleri birbirine fırlatabilecek kadar üstün bir varlık, Batman ise hiçbir süper güce sahip olmadığı için insan sayıyoruz ve iki karakteri farklı kulvarlarda görüyoruz. Peki Batman’e Wolverine’in süper koku alma yetisini ya da Örümcek Adam’ın duvarlarda tırmanma yetisini versek, böyle küçük bir farkla Batman de “süper” sayılır mıydı? Sırf bu özellik bizim onu Superman’le aynı yerde görmemize yetecek miydi? Elbette hayır, böyle küçük bir doğaüstü güç vermemiz, Batman’in Batman olarak kalacağı gerçeğini etkilemeyecekti. İşte bu yüzden bir kahramanın süper kahraman olabilmesi için illa doğaüstü güce sahip olması şartı oldukça anlamsız ve gereksiz. Bir süper kahramanın neye göre ve hangi sınırlarda tanımlanabildiğinin bu kadar tartışmalı olmasının nedeni de budur. Burada Stan Lee’nin süper kahraman tanımı büyük önem taşıyor: “kahramanca işler yapan, ve bunları sıradan bir insanın yapamayacağı şekilde gerçekleştiren kişidir”. Yani, bir fabrikanın işçilerini sefaletten kurtardığımız hikaye yazarsak, o hikayede kahraman oluruz. Ancak bu işçileri sefaletten kurtarırken sihirli güçlerimden yararlanırsak, bu sefer süper kahraman oluruz.
Şu soruyu sormamız gerekiyor, madem süper kahramanlarda büyüsel bir kudret söz konusu, bir fantastik kurgu kahramanı ile süper kahraman aynı şey anlamına mı gelir? Örneğin Conan da, Sherlock Holmes da, kendi dünyalarında başka bir kişinin başaramayacağı işler gerçekleştiriyor, bu onları süper kahraman yapar mı? İşte burada işler daha da karışıyor. Doctor Strange’i Marvel’dan alıp Harry Potter dünyasına koyarsak, başka bir büyücü olarak gözükecekti, ancak Marvel dünyasının bir parçası olduğunda, kendisine süper kahraman diyoruz. Ya da Robin Hood’u ele alalım, tek başınayken kendi hikayesinde kahraman oluyor, ama DC’ye veya Marvel’a koyduğumuzda Green Arrow veya Hawkeye adıyla süper kahraman haline geliyor. Peki ya Nolan’ın The Dark Knight filmiyle, John McClane’in aksiyonlarını izlediğimiz Die Hard filmini ayıran şey nedir? İki taraftaki karakterin de benzer yetenekleri ve benzer hedefleri var, ee, ne olacak şimdi? Bu sıkıntıyı çözebilmek için şu kısma dikkat etmek gerekiyor: süper kahramanların kendilerini diğer insanlardan ayıran belirgin kimliklerinin olması. Sahip oldukları güçler, kıyafetler, tanımlamalar, takma isimler, hikayenin içinde amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları ve neler yapabileceklerini belirleyen öğeler haline gelmiştir. Kendisi sadece bir Robin Hood değil, oklarına değişik özellikler ekleyen bir Green Arrow’dur artık. Bu bahsettiklerimin hepsini topladığımızda, Batman gibi bir karakterin süper kahraman olmasını, gözlerinden lazer fırlatıp fırlatmaması değil, sıradan bir insanın hayatında elde edemeyeceği eğitimi almış, normal üstü engellere karşı mücadele edebilmesi, amaçları için yararlanabildiği bir kişiliği yaratmış olması belirler. Onun gibi karakterlerin yer aldığı hikayeler bütünlüğü de bir Süper Kahraman Evreni yaratır.
Buraya kadar anlattıklarımızla, Süper Kahraman tanımının ne olduğunu kafanızda oturtabildiğimize inanıyorum. Hepsini toparlamak gerekirse: doğaüstü güçlere sahip, kendilerini kostüm ve ikinci kimlikleriyle gizleyen, toplumun yararına yönelik işler yapan, ve bu özelliklerden bazılarına sahip kişilerden oluşan bir dünyanın parçası olan kahramandır.
“Tamam anladık, amma uzattın arkadaş”. Uzatıyor olmamızın bir anlamı var, dikkat ederseniz bir süper kahramanın illa doğa üstü güçlere sahip olması gerekmediğini, ama sıradan bir insanın altından kalkamayacağı işleri gerçekleştirebilen karakterler olduğunu anlatmaya çalıştım. Süper kahramanların veya süper kahramana benzeyen karakterlerin ilk görülmeye başlanması pulp fiction (ucuz roman) piyasasıyla olmuştur, sonra da çizgi roman haline çevrilmiştir. 20’lerde ve 30’larda Zorro, Shadow, Sihirbazlar Kralı Mandrake, Doctor Occult, Kızılmaske (Phantom) gibi karakterleri okuyorken, Superman gelmiş, ve hala etkisini koruyan süper kahraman piyasasının tam anlamıyla ilk “süper kahramanı” olmuştur..
Bir süper kahraman hikayesi (Japon anime/manga piyasasını dahil edebiliriz) yazılırken temel olarak kullanılan bir unsur var. Süper kahramanların, düşmanlarıyla mücadele ederken ne kadar zorlandığını okuyucuya ne kadar hissettirebilirseniz, o kadar ilgi çekici bir hikaye yaratmış olursunuz. İnsanlar, karakterin verdiği mücadeleyi ve zorluklar karşısında pes etmeyişini okumayı seviyor. Süper kahraman çizgi romanlarının aynı heyecanla takip edilmesini sağlamak için ise, karakteri daha da zorlayacak daha da güçlü ve tehlikeli düşmanlar bulmak gerekiyor. “Önceki düşmanı kılpayıyla yenmişti, bu düşman ondan da güçlü, acaba kahramanımız sağ çıkabilecek mi” gerilimi sağlayarak okuyucuyu elde tutmayı amaçlıyorlar. Tabii ki şöyle bir şey var, sürekli daha güçlü düşmanlarla karşılaşmak demek, gerçekçi bir dünyada o karakterin ölüm riskini de arttırmak anlamına gelirdi, bir yerden sonra karşılaştığı düşmanlara galip gelmesi imkansız olurdu. Ee bu durumda ne gerekiyor, her seferinde “kılpayıyla yendi” hissini sağlayabilecek ek bir özellik sunuyorlar. Bu, süper gücü olarak tarif edilen özelliğin “bir tık” daha yükselmesi sonucunu doğuruyor.
Superman, süper kahramanlarının öncüsü olduğundan, onun üstünden örnek verelim. Yapılan ilk sayılarında çok da abartı bir karakter değildi. Başka bir dünyadan geldiği için, bizim dünya koşullarının yarattığı farkla daha fazla ağırlık kaldırabilen (karıncaların kendi ağırlığının 100 kat fazlasını kaldırabilmesi gibi), daha yükseğe sıçrayabilen, daha hızlı koşabilen bir karakter halindeydi. Yani insandan üstün, ama yine de “insan”. Güçlerini tarif ederken, kurşundan hızlı (400-1200 m/s), lokomotifi durdurabilecek kadar güçlü, gökdelenlerin üstünden (200 m) zıplayabiliyor olmasına vurgu yapılırdı. Böyle üstün güçlere sahip ilk karakter dersek yanlış olmaz. Ancak hemen ardından Captain Marvel (Shazam) gibi başka süper güçlü karakterler gelmeye başladı. Zamanla, Herkül’den güçlü, jet uçaklarından hızlı uçabilen, büyülü güçlere sahip karakterlerin sayısı arttı ve belirgin bir “süper güç” standartı oluşmaya başladı. Superman’in popülerliğini devam ettirebilmesi için, sadece bir insandan değil, bu tip süper karakterlerden de üstün olması gerekiyordu. DC’nin Altın Çağı kapanıp Gümüş Çağı başladığında (50’lerin ortaları) çok acayip bir Superman karakteri görmeye başladık. Süper hızlı beyne sahip, her gördüğü şeyi mükemmel biçimde hatırlayan, zaman bariyerini delip geleceğe veya geçmişe gidebilen, sınırı olmayan kuvvete sahip, büyü dışında zarar göremeyen, kurşun maddeler dışında her şeyi gözleriyle eritebilen ve arkasını görebilen, atom altı seviyede cisimleri farkedebilen, dondurucu nefesiyle her şeyi anında buza çevirebilen, bir insanın yapabildiği her şeyi doğaüstü bir yetenekle gerçekleştirebilen, ve karşılaştığı problemlerde kaba kuvvete dayanmadan bu güçleriyle çözüm sağlayabilen bir karaktere dönüştü. O sıralar DC’nin çizgi romanlara bakışı “eğlence işte” olduğu için, bu sınırsızlık çok da umursanmıyordu. Batman’in 1966’daki şu meşhur TV şovunun esin kaynağı da yine bu dönemdir.
Ancak, 60’larda bir şey oldu, Marvel oldu. Aslında Marvel Comics, 1930-1950 yılları arasında ya Ka-Zar, Namor ve Human Torch gibi klasik pulp fiction karakterleri üretiyordu, ya da Captain America ve Black Marvel gibi ikinci dünya savaşı propagandaları yapmakla meşguldu. Ancak 1960’dan itibaren, Stan Lee, Jack Kirby ve Steve Ditko kafa kafaya verip inanılmaz karakterler ve hikayeler yaratmaya başladı. Fantastic Four, Ant-Man, Hulk, Spider-Man, Thor, Iron Man, Doctor Strange, X-Men, Avengers, Daredevil, Black Panther hep bu dönemin arka arkaya gelen karakterleriydi. Nasıl 40’ların başında Superman, Batman, Wonder Woman, Flash gibi karakterlerle DC altın çağını yaşadıysa, 60’ların başında da Marvel altın çağını yaşıyordu diyebiliriz. Her ne kadar bu çizgi romanlar o dönemlerin çizgi romanlarının saçma ve çılgın (wacky) yapısından da etkilenmiş olsa da, pulp fiction dönemlerinin hikaye anlatımındaki ciddiyeti daha fazla benimsenmiştir. Bu sayede hayatın içinden, çok daha gerçekçi, çok daha detaycı ve çok daha bilimsel çizgi roman karakterleri çıkmıştır. DC’nin Superman’in gezegenler arası maceraları veya Batman’in pembe mi yeşil mi pelerin giymesine karar vermeye çalışmasından ziyade, Marvel’daki Fantastic Four’un aile içi muhabbetleri veya Ant-Man’in bizim dünyamızı bize farklı açıdan göstermesi gibi kurguları çok daha ilgi çekiciydi. Hele Marvel’ın 1970 yılında Conan çizgi romanlarını çıkarması, bu bahsettiğim etkiyi iyice arttırdı.
Marvel’in etkisi bu kadar hissedilince, DC’nin de bir takım değişikliklere gitmesi gerekti, Robin’in hikayeye dahil olmasından itibaren gittikçe saçmalayan Batman’e 60’ların sonunda bir ayar verilme ihtiyacı duyuldu. Batman, ilk yaratıldığı halindeki ciddiyete dönmeye başladı, dalga konusu olan TV şovunun tarzından da uzaklaşılmaya çalışıldı. Özellikle 227. sayı olan “The Demon of Gothos Mansion” hikayesinin kapağıyla, 1939 yılının Detective Comics 31. sayısına çaktıkları selam ile bu rahatça farkedilir haldeydi. 1970, DC’de Gümüş Çağ’ın bitip, Bronz Çağ’a girildiği yıldır. Bu dönem, DC’nin Marvel’a karşı ciddileşmeye başladığını ve en çok da Batman serilerinde bunun yansıtıldığını görüyoruz. Neal Adams’ın çizimleri Ra’s al Ghul karakterinin tanıtımı, DC’de yeni bir dönemin kapılarını aralamıştır. Ancak bu değişimler bile yeterli görülmemiş olacak ki, 1985 yılında Crisis on Infinite Earths hikayesini başlattılar. DC’nin “Karanlık Çağ” olarak tanımlanan bu dönem, Altın Çağ, Gümüş Çağ ve Bronz Çağ boyunca sundukları karakter ve hikayelerinin tek potada eritilip eli yüzü düzgün bir hale sokulduğu yıllar oluyor.
DC, Marvel’la kapışabilmek için, Luke Cage, Ghost Rider, Blade, Punisher, Wolverine benzeri karakterleri okuyan kitleye hitap edebilmek istiyor. Bu yüzden ki, süper güçlere sahip karakterlerin özelliklerinin ağır bir şekilde kırpıldığını görüyoruz. Gümüş Çağ’daki gibi bol keseden süper güç dağıtmak yerine, Marvel’daki gibi belirgin bir güç dengesi kurulması zorunlu hale geliyor. Altın Çağ’daki kahramanların dünyasına “İkinci Dünya”, Gümüş Çağ’ındaki dünyaya “Dünya Bir”, Crisis sonraki dünyaya “Yeni Dünya” adı veriliyor. Bu yeni dünyada, Crisis öncesi bir hapşırmayla güneş sistemlerini yokedebilen Superman’e yer yok haliyle. Zaten 70’lerde ciddileşmeye başlayan Batman’i bu dünyaya uyarlamak kolay, ama artık hikaye bile yazılamaz hale gelen Superman’e çeki düzen vermek mümkün gözükmüyordu. Crisis sonrası sıfırlanmış bir Superman’e ihtiyaç duyuldu. Superman’in artık “Super” değil “Man” olması gerekiyordu, bu yüzden de güçlerine büyük kısıtlamalar getirildi. Önemli işler yaparken zorlandığını ve terlediğini görebiliyorduk, kısmen basit karakterlerden dayak yiyebiliyordu, hasar görmeyen kostüm ve pelerinler artık yoktu. Traş olan ve insanı faaliyetlerini sürdürmesi gereken bir Superman vardı. Elbette, Altın Çağ’daki Supermen’e kıyasla daha güçlüydü yine de, ama Gümüş Çağ’daki tanrı gibi takılan Superman tamamiyle gitmişti.
Sanırım ki bu dönem en çok Batman’e yaradı. 66’daki TV şovuyla espri konusu haline gelen Batman, Batusi saçmalığını unutturmak için, 70’lerdeki değişimlerden daha ciddi seriler ortaya koydu. 1986’da Dark Knight Returns, 1987’de Year One, 1987’de Son of the Demon, 1988’de Killing Joke, 1989’da Arkham Asylum, 1989’da Shaman gibi harikulade klasikler çıkartıldı. Ayrıca 1989’da Tim Burton tarafından yönetilen Batman filmi, 50 yıllık çizgi roman geçmişinin Neo-Noir bir atmosferde birleştirilmesini sağladı. Bu yeni Batman imajı çok popüler olmuştu ve sevilmişti. 1992 yılında, bu filmden ilham alınarak (ve aynı müziği kullanan) Batman çizgi film serisi hazırlandı. Bu çizgi film hala gelmiş geçmiş en iyi Amerikan çizgi filmi olarak gösterilir. 70’lerdeki ve 80’lerdeki Batman hikayelerinden esinlenerek düzgün bir Batman derlemesi olmuştur. Hikaye anlatımı, Dark Deco tarzı, Kevin Conroy ve Mark Hamill gibi seslendirmenler, ödül alabilecek kadar başarılı Mr. Freeze ve Harley Quinn gibi karakterler, bu serinin geniş kitleler tarafından beğenilmesine neden oldu. Serinin yaratıcısı Bruce Timm, devamında Superman, Batman Beyond ve Justice League serilerini de yapmıştır. Şunu diyebilirim ki, DC’nin karakterlerini en iyi analiz edip en iyi anlayan kişi kesinlikle Bruce Timm’dir. Sunduğu Timmverse, Crisis’in üç dünya sistemiyle kafa yormamıza gerek bırakmadan, karakterler arasındaki güç dengelerini adil bir şekilde kurarak, derli toplu bir evren haline gelmiştir.
Peki Karanlık Çağ’a bakarak konuşursak, “DC dersini almış oldu” diyebilir miyiz? Hayır elbette. 90’ların sonunda Karanlık Çağ’ı sonlandırıp Modern Çağ’a geçti ve Crisis sonrasındaki düzene, Silver Age’in umut dolu optimist neşesinin dahil olmasını tercih etti. Gökkuşağı renkleriyle dolaşan Batman ya da avucunun içinden kendisinin kopyasını çıkaran Superman geri gelmedi belki, ama süper güçler de eskisi kadar kırpılmış kalmadı. Özellikle All-Star Superman serisi vardır mesela (kendisi aynı zamanda en iyi Superman çizgi romanlarından biridir) Superman’in kolayca 200 quintillion (10^18) ton dengi kuvvet itebilecek kadar abartı hale gelmesini gösterir. 2011 yılında ise New 52 etkinliği uygulandı ve yeni bir dünyayla bu konuların hepsini sıfırlamış gibi devam etmeye karar verdiler. Genç kuşaklara hitap edebilmek için Karanlık Çağ ve Modern Çağ’ın tarzlarının birleştirildiği ve özellikle yeni okuyuculara hitap etmek kaygısıyla oluşturulan farklı bir çağa geçildi. Son yıllarda izlediğimiz DC’nin sinema filmlerinin, New 52’den ilham aldığını söyleyebiliriz. Bu filmlerde Batman’in uzun yıllar boyunca maceralardan maceralara koştuğu ifade ediliyor (ama bize gösterilmiyor), ilk kez karşılaştığı Superman ve Steppenwolf gibi karakterle büyük bir evrenin içine itiliyoruz. Bu hikaye akışıyla da New 52’e benzerlik göstermekte. Karanlık Çağ’da yer aldığını bahsettiğim güç dengelerinin tersine, çok hızlı ve çok güçlü Wonder Woman, ve Wonder Woman’dan kat kat güçlü, Flash’dan hızlı bir Superman gördük. Klasik Superman’in tersine, insanları korumak ve onların zarar görmesini engellemekten çok, düşmanları pataklamaya odaklanmış bir karakter vardı. Film serileriyle New 52’nin benzerlik gösterdiği bir diğer alan da buydu.
Şöyle bir konu var ki, uzun süreli serilerde kaçınılmaz oluyor… O seri ne kadar uzarsa, karakterler daha güçlü düşmanlarla yüzleşmeye ne kadar çok zorlanırsa, karakterlerin güçleri de o derece şişmeye mahkum oluyor. Yazı boyunca sizlere hep DC’den bahsettim. Ama Marvel çizgi romanlarında da bunun sonucunu görebiliyoruz. Elbette bazı karakterlerin güçleri az çok sabit kalmış durumda, Thor, Örümcek Adam, Daredevil’ın yıllar boyunca benzer noktada kaldığını ve değişmediğini (ya da değişmesinin engellendiğini) görüyoruz. Diğer yandan, bazı Marvel karakterleri de Superman benzeri güç şişmesi sorunuyla karşılaşmış durumda, özellikle mutantlar arasında Omega ve Alpha mutant diye kavramlarla karşılaşıyoruz. Bunun en bariz örneğini Wolverine’de görebiliriz. Wolverine karakteri ilk sunulduğunda, sahip olduğu güç basit yaraların hızlı iyileşmesiyle sınırlıydı. 80’lerde ciddi yaralanmaların haftalar ve günler sürebileceğini gösteriyorlardı, karnı deşildiğinde ölmemek için zor dayanıyordu. 90’lardan itibaren bu süreç daha da hızlandı, ve yokedilmiş vücut parçalarının saniyeler içinde geri oluştuğunu görmeye başladık. Wolverine öyle bir kademeye geldi ki, bir DNA’sı kaldığı sürece çabucak tam parça hale dönebiliyor. Tabii bu sadece Wolverine’le sınırlı bir şey değil, Franklin Richards, Phoenix, Hope Summers, Magik, Scarlet Witch gibi karakterlerin absürt seviyede güçlendiğini, Apocalypse, Thanos, Odin, Galactus gibi meşhur kozmik seviye karakterlerden bile üstün hale geldiğini görebiliyoruz. Bu kahramanlar, Gümüş Çağ Superman’in bile hayal edemeyeceği kudrete sahipler. Neyse ki Marvel’ın Sinematik Evreni çok daha adil güç dengeleri kurmaya çalışıyor.
Bu hastalık, çizgi romanlarla sınırlı değil. Naruto ve Bleach gibi shounen manga/anime serilerinde her sezon (ya da hikaye arc’ı da diyebiliriz) karakterlerin güçlerinin daha da üste çıktığını, bize sunulan dünyanın içinde kabul gören güç dengelerini alt üst edecek boyuta geldiklerini görüyoruz. Bu sınırsız güç artışının en meşhuru, shounen animelerinin babası diyebileceğimiz Dragonball Z’dir. Orjinal Dragonball serisi boyunca kahramanımız dünyanın en güçlü savaşçısı haline gelir. Dragonball Z serisi başladığında, daha ilk bölümlerde, bu haliyle bile çok zayıf kaldığı bir dünyanın içine itilir ve karşı koyamayıp ölür. Geri dirildikten sonra hiç durmayan güç artışlarına sahip düşmanlarına karşı uyum sağlamaya çalışır. Bu mevzu öyle bir haldedir ki, aynı düşmanın aynı dövüşün içinde dahi güç artışları yaşandığından dolayı, meşhur “this isn’t even my final form” (bu benim nihai oluşumum bile değil) geyiğine meze haline gelmiştir.
Kişisel olarak bakarsam, ben güçlerin büyüklüğünden ziyade o güçlerin nasıl kullanıldığını izlemeyi/okumayı seviyorum. Dragonball Z’deki bölümlerce süren (ve aynı animasyonun tekrar edildiği) yumruklaşmayı seyretmektense, Cowboy Bebop’daki akıl oyunlarını tercih ediyorum. Şöyle bir örnek verelim: Punisher’ı konu alan bir çizgi roman okuyoruz, bir tabanca, beş yedek şarjör, bir bıçak, iki tane de el bombasına sahip olduğu bize söyleniyor, karşısına 30 tane asker konuluyor, ve bu düşmanlara karşı mücadelesi anlatılıyor. Böyle bir senaryoda karakterin sahip olduğu imkanlar sınırlı olduğu için, beynini çalıştırıp sınırlı kaynaklarını yaratıcı biçimde kullanarak kendisinden üstün olan engeli aşmaya çalışması, beni daha eğlendiren ve heyecanlandıran bir olay. Evde Tek Başına (Home Alone) filmini hatırlarsanız, Macaulay Culkin’in canlandırdığı Kevin karakterinin de evdeki sıradan eşyaları kullanarak birbirinden yaratıcı tuzaklarla kendini savunuşunu izliyorduk. Bu tip şeyler bana daha zevkli geliyor. Çizgi romanlarda güç boyutu ne kadar azsa, hikayeyi yazan kişinin zekice kurguları çok daha bariz belli hale geliyor.
Elbette herkes aynı şeyi tercih etmeyecektir, kahramanların ne kadar üstünleştiğini izlemeyi, ve üstünlükleri kıyaslamayı seven de çok kişi var. Karanlık Çağ sırasında kısıtlandırılmış Superman’in, New 52 ile yeniden “Supersuperman” haline getirilmiş olmasının nedenlerinden biri bu. Biraz parodi amaçla çıkmış olsa da, One Punch Man manga/animesinin de her şeyi bir yumrukla halleden kahramanının bu kadar tutulmasının ve sevilmesinin nedeni, yine insanların süper güç üstünlüklerini görmeyi eğlenceli bulmaları. Yani bu süper güç dengelerinde mutlak bir formül bulunmuyor, böyle bir kesinlikten söz etmemiz de mümkün değil, seyirciye/okuyucuya hitap ettiğin sürece her şey mübah sayılıyor.
Son olarak süper kahramanların güçlerinin nasıl sınıflandırıldığına bakalım. Böyle bir sınıflandırma yapabilmek için, farklı farklı sistemler mevcut. Örneğin Marvel, 6 kategoriden oluşan bir sistem kurmuş kendisine. Bu 6 kategori Zeka, Kuvvet, Hız, Dayanıklılık, Enerji Fırlatabilme, Dövüş Yetenekleri. Her bir kategorinin 7 kademesi var, 1 en zayıf ve 7 hesaplanamaz büyüklükte olacak şekilde. Bir başka sistem olarak, Hausdorff Boyutu konseptinden temel alınarak hazırlanmış bir Tier (Aşama) sistemi verebiliriz. Bu Tier sisteminde, sıradan insan seviyesi Tier 10’da başlıyor (C: sakatlığı olan insanlar veya küçük hayvanlar, B: sıradan insan, A: profesyonel eğitim görmüş). Tier 9 ile süper insan seviyesini görmeye başlıyoruz (C: bir insanın olabileceği en iyi koşul, B: duvar kırabilir, A: bir odayı yıkabilir). Tier 8 birden çok binayı yıkarken, Tier 7 şehir genişliğinde alanları yokedebiliyor, Tier 6’nın ülke ve hatta kıtalara etkisi olabildiğini görüyoruz. Tier 5 ile etkiler gezegen boyutuna çıkıyor, Tier 4 bir karakterin güçleri güneş sistemlerini yokedilecek boyutlardayken, Tier 3 karakterler ise galaksileri ve evreni yokedebiliyor veya yaratabiliyor. Tier 2 ile multiverse (çoklu evrenler), Tier 1 ile multiverse’in ötesine etki edebilen karakterler tanımlanıyor. Evrenler, kurallar, varoluş ve hatta varoluşsuzluktan bağımsız kudrete sahip karakterler de Tier 0 olarak sınıflandırılıyor.
Görüldüğü üzere, süper kahramanlarda güç boyutlarının sınırı yok, gittikçe gidebiliyor. Karakterlere verilen güç sınırlamaları, tamamen yazarların insafına kalmış durumda. Zamanla şişen güçlerin belirli bir kitleye hitap ettiği farkedilince, şirketler de bunun üzerine yatırım yapmaya devam ediyor. Eğer siz de benim gibi güç boyutlarının değil, akılcı hamlelerin yer aldığı hikayeler istiyorsanız, bunları özellikle arayıp bulmanız gerekebiliyor.
Eğer tarif ettiğimiz tarz hikayelerden hoşlanıyorsanız, bizi takip etmeye devam edin, ilginç bazı süper kahramanlar veya çizgi romanlar keşfetmenizde yardımcı olabiliriz.