
Tesadüf oldu, iki filmi de aynı hafta izledim. Tür ve konu olarak birbirlerine çok yakın filmler, ikisi de sıkıntı hayatlara sahip kişilerin, şöhret basamaklarını tırmanışını konu alıyor. O yüzden incelemeyi de arka arkaya yapıyorum. Yazıya girmeden baştan söyleyeyim, “ay ben hiç sevmem, hiç de dinlemedim” dediğiniz kişiler olsa da, en azından önyargılarınızı bir kenara bırakıp incelemeyi okumanızı öneririm. Tabii ki her yazımda olduğu gibi spoiler’dan kaçındığımı da belirteyim.
Müslüm (Baba)
Bu filmin tam olarak ismi ne bilmiyorum, Müslüm diye yazan var, Müslüm Baba diye yazan var, Baba: Müslüm Gürses diye yazan da var. Ben Müslüm demeyi tercih edeceğim, çünkü film Müslüm Gürses’in “Baba” lakabını almadan önceki zamanlarından başlayarak girmiş hikayeye.
Türk filmleri çok fazla ilgimi çekmez, hatta bir antipatim olduğunu da söyleyebilirim. Ancak filmin tanıtımında “Müzik: Ender Akay” görünce dedim “aha ben bunu kesin izlemeliyim”. Karagöz Hacivat Neden Öldürüldü (bir ara bunun da incelemesini yaparız) hastası olduğum bir filmdi ve müziklerinin bunda payı var. Her ne kadar bu filmin yönetmeni Ezel Akay olmasa da, sırf Ender Akay yüzünden büyük bir beklentiyle gittim.
Bir müzisyen’i anlatan filmde müzik konusuyla uğraşanlar çok önemli elbette. Ama filmin de görsel yönden iyi çekilip iyi hazırlanması gerekiyor ki, sinemada keyifle izleyebilelim. Sanat Yönetmeni olarak Martin Szecsanov seçmişler. Usta birisi olduğu muhakkak, umarım Türk filmlerinde daha çok görme fırsatımız olur. Fotoğrafla ilgilenen birisi olarak, sahnelerin oldukça özenilmiş olduğunu söyleyebilirim.
Film, Müslüm Gürses’in çocukluğundan (Müslüm Akbaş) başlıyor. Müzikle nasıl tanıştığını, piyasaya nasıl yöneldiğini, şöhret olduktan sonra yaşadıklarını anlatıyor. Hikaye anlatımı çok iyi, hiçbir dönemi üstün körü geçmeden doyurucu bir şekilde göstermişler. Filmde yer alan olayların ne kadarı gerçek, bilmiyorum. Ama Müslüm Gürses’in trafik kazası geçirmesi meşhurdur, çocukken yaşadıkları ve karısıyla ilişkisi de az çok bilinen şeyler zaten. Bunları biraz süslemişler diyebiliriz. “Ünlü olduktan sonra ustasıyla nasıl bir ilişkisi olduğu hiç gösterilmedi, bu da filmde büyük eksiklik olmuş” gibi eleştiriler duysam da, bunun bir film olduğunu, belgesel olmadığını bilerek izlemek gerekiyor. Amacı belirli bir hikayeyi anlatmak, ve o hikayeyi de güzelce işleyip bağlayıp bitirmişler.
Çocukluğundaki halini Şahin Kendirci oynamış. O Ses Türkiye’den çıkan bir isimmiş bu çocuk, bu tip yarışmaları (hatta genel olarak televizyonu) izlemediğim için kendisini hiç duymamıştım. Sesi zaten güzel, kendi ezgilerini de katarak şarkıları söylemiş. Ancak filmdeki oyunculuğunun müzikten de başarılı olduğunu düşünüyorum. Filme gitmeden önce kendisi hakkında bilgim yoktu, tiyatrocu sandım, sonradan öğrendim müzikle tanınmış olduğunu. İleride kendisini daha çok göreceğiz gibi hissediyorum. Müslüm Baba’nın yetişkin zamanlarındaki halini Timuçin Esen oynuyor. Herkesin zihnine yerleşmiş birisini, hele de farklı yaş dönemlerini oynamak kolay değildir. Timuçin Esen bunun altından iyi kalkmış, hele Müslüm Baba’nın kaza öncesi ve kaza sonrası değişimine de özen göstermiş olmaları ayrı bir detay. Türk Halk Müziği ile doğmuş ve Türk Halk Müziği ile büyümüş birisi olarak kendisinin Haydar Haydar yorumuna bayıldım. Ender Akay demiştik di mi, “adam yapıyor abi”.
Limoncu Ali rolünde Erkan Can gibi bir yeteneğin oynaması gerçekten güzel olmuş. Keşke Limoncu Ali’ye de özel bir film çekseler de Erkan Can’ı o karakter altında doyasıya izleyebilsek.
Müslüm Gürses’in 90’larda kendini jiletleyen Müslümcü kitleyle tanınmasından önce, 80’lerde popülerleşen Arabesk akımının bir parçası olduğunu hatırlayanlar vardır belki. İbrahim Tatlıses, Müslüm Gürses, Ümit Besen, Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi kişileri lokantalarda, tavernalarda, görmeye alıştığımız yıllardı. Müslüm Gürses’in bu sıralar nasıl çalıştığını, neler yaptığını izleyip, bu Arabesk mücadelesindeki konumunu görme imkanı olmuş. Bir yandan da nostaljiyi alttan alttan vermişler. Kostüm tasarımı zaten 10 numara, 70’lerdeki giysiler olsun, 80’lerdeki giysiler olsun, o dönemin ruhunu iyi yansıtmışlar.
Müslüm Gürses’i nasıl tanırdınız? Jiletçi Müslümcülerin konserine gittiği kişi mi, kadına şiddeti yüzünden nefret ettiği biri mi, Alevi türkülerini seslendiren birisi mi, televizyonlardaki ağır ve saygılı duruşuyla mı? Bu hiç farketmiyor, çünkü film size Müslüm’ü birçok farklı yönden gösterip tanıtıyor, kusurlarıyla sevaplarıyla “insan” olarak şekillendiriyor. Türkiye’nin Snoop Dogg’u diyebileceğim değişik bir kişiydi kendisi.
Puan: 9 – Mutlaka İzlenmeli
Bohemian Rhapsody
Sırada Queen’in filmi var, daha doğrusu Queen üstünden Freddie Mercury’nin hikayesi. Filmin adı Bohemian Rhapsody olsa da, hikayenin tamamı Bohemian Rhapsody’den ibaret değil. Bohemian Rhapsody’e giden yolu ve sonrasını anlatmış. Müslüm’den farklı olarak, bir kişinin acılarıyla şöhret olması değil, şöhret olduktan sonra acı çekmesini konu alıyor.
Bu filmde oynamak için Sacha Baron Cohen çok istekli olmuştu, tip olarak da benziyordu aslında (ama boyu çok daha uzun) ama sonuçta rol Rami Malek’e kaldı. Mr. Robot dizisinden tanıdığımız bir oyuncu kendisi, tip olarak çok benzemese de boy olarak Freddie Mercury’e çok yakın. Rami Malek, sadece mimikler için 1 ay hazırlık yapmış. Bu çalışması karşılığını vermiş, filmi izlerken sanki Freddie Mercury canlanmış da gelmiş gibi hissediyorsunuz.
Film, Farrokh Bulsara’nın Freddie Mercury olmaya karar verdiği yerden başlıyor. Kendisinin değişmeye, yenilenmeye ihtiyacını ve hırsını görüyor ve hayallerini gerçekleştirmekteki motivasyonunu izliyoruz. Bu inancı sayesinde Queen’i kuruyor ve yapmak istediği şeyleri bir bir gerçekleştiriyor. Tabii bu agresif davranışının da kendi üstünde etkileri oluyor.
İlk yarı bana sıkıcı geldi. Kötü bir film değil kesinlikle, oyuncular da oldukça başarılı. Ama her şeyin çok pürüzsüz ve kusursuz ilerlemesi, monoton bir etkiye neden oluyor. Herhangi bir çatışma veya engel olmayınca, başarılarından keyif alamıyorsunuz. Ancak ikinci yarı bu değişiyor ve inişli çıkışlı bir hayat izlemeye başlıyoruz. Bunu kasten yapmış olabilirler belki, Queen’in bir yerden sonraki hareketli yaşantısını daha iyi yansıtmak istemiş de olabilirler. Ama film olarak hikayenin tatsızlaşmasına neden olmuş.
Filmin en güzel yanlarından biri, Freddie Mercury’nin geçirdiği evrelere uygun bir şarkıyı arkaplan şarkısı gibi kullanmaları olmuş. Özellikle son konserde Bohemian Rhapsody’nin çalınan bölümündeki sözleri filmdeki olaylarla birleştirince ağlatıyor. Böyle güzel detaylar katmışlar.
Freddie’nin kişisel hayatına ve müzik dışındaki uğraşlarına girilmemiş. Freddie’nin çevresindeki nasıl etkilediğini ve bundan nasıl etkilendiğini izliyoruz. Belki de herkesin farklı çıkarımlar yapmasına imkan tanımak için böyle bir yola gidilmiş de olabilir. Ancak eşcinsel yaşantısı, ailesiyle ilişkileri, AIDS olması gibi detaylardan çekinilmeden gösterilmiş.
Filmde 70’lerin kültürüne biraz değinilmiş olmasını isterdim. Flash Gordon filmi ve müziklerini yaparken ne tip bir yaşantısı olduğunu görmek eğlenceli olurdu. Ama filmde anlatılan ana hikayeyi zayıflatır diye düşünmüş olacaklar ki eklememişler.
Sanırım filmde eleştirilebilecek çok fazla şey yok, çünkü filme koydukları çok fazla şey yok. Oyuncular çok iyi, Queen ekibindeki kişilere iyi benzetmişler. Onun dışında şarkıları yaparken eğlencelerini ve aradaki üzüntülerini göstermişler, bitmiş. Filme görsel şölen diyemeyeceğim, ama kesinlikle müziksel şölen olmuş. Film için seçilen her şarkı, Queen’in en meşhur şarkılarından olmuş.
Peki filme gidilir mi? Gidilir ya.
Sonra açın YouTube’da Queen’in 1985’teki Live Aid konserini izleyin. Filmde gösterilen hikayelerden sonra sanki o yıl o konsere gitmişsiniz de izliyormuşsunuz gibi coşkuyla ve duygusal bir his yaşıyorsunuz. Efsane konserlerden birini daha da efsaneleştiriyor. Sırf bu deneyim için bile değer gitmeye.
Puan 7 – Ortalamanın Üstü
Sonuç:
Bence iki film de çok iyi, gittiğime pişman olmadım. Hayatta görebileceğimiz nadir eserlerden çıkartmayı başarmışlar. Bu filmlerdeki müzisyenleri veya oyuncuları sevmeseniz de, nefret de etseniz, gidip görmek en azından deneyimlemeniz gereken filmler. Sakın ha “ya Televizyona çıkar, bedavaya izlerim” gibi bir düşünce aklınızdan geçmesin. Sinemanın “büyüsünü” sonuna kadar kullanmayı başarmışlar. Bu yüzden büyük bir salonda, büyük bir perdede, o görsellere dokunarak izlemeniz gerekiyor. Bırakın sinemada Recep İvedik izlemeyiverin bir kere de. Hayatımızı bu tip deneyimlerden mahrum bırakmamak lazım.