
Günümüz toplumlarında insanlar iki uç siyasi görüşe eğilim gösteriyor; Anarko-primitivizm ve Anarko-kapitalizm. Solcu olmaya çalışan kişilere baktığınızda “doğanın koruyucu meleği” olduğumuzu savunduklarını görürsünüz. Bu kişilere göre medeniyetten uzaklaşıp dağda çıplak bir şekilde yaşadığımızda, vegan olup astroloji sitelerini takip ettiğimizde mutlak mutluluğa ulaşabileceğiz. Sağcı olmaya çalışanlara baktığınızda ise “doğanın bize hizmet etmek için varolduğunu” savunduklarını görürsünüz. Bu kişiler ise biz doğaya ne kadar zarar verirsek verelim, doğanın bir şekilde yoluna devam edebileceğini ve şehirlerimizin bizim hayatımızı sürdürmemize imkan tanıyacağını savunduklarını görürsünüz. Tabii herkes uçlarda yaşamıyor, aradaki gri çizgilerde olan çok kişi var.
Bir şey gerçek ki, para da doğa da sınırlı kaynaklardır ve türümüzün devamı için bunları olabilecek en efektif şekilde kullanmamız gereklidir. Nasıl “İlerde lazım olabilir” diyerek paramızı idareli kullanıp bir köşede para biriktiriyorsak, benzer şekilde de doğaya zarar vermeden doğanın düzenini devam ettirmesi için de uğraşmalıyız. Diktiğimiz her ağaç, bankaya yatırdığımız paralar gibi ilerde bize faydası olacaktır. Evet, doğaya biz ne kadar zarar versek de, bir şekilde yeni türler evrimleştirip yeni düzen yaratmayı başaracaktır. Jurassic Park filminde Dr. Ian Malcolm’un dediği gibi: “The life, uh, finds a way”. Fakat sağlığımızı ve sahip olduklarımızı koruyabilmek için de, doğayla ilişkimizi dengeli kurabilmemiz gereklidir. Sadece kendimizi değil, gelecek kuşakları da düşünmemiz, sahip olduklarımızın “yazık” olmaması için uğraşmamız gereklidir.
Doğayı sınırsız bir kaynak olarak gören insanların “boş boş çevrecilik kasıyor” diyeceğini bilsem de, hedefimizin uçlardaki kişiler olmadığını söylemiştim. Doğaya karşı yapabileceğimiz en önemli sorumluluk, çöp ve atıklarımızda bulunuyor. Şu an 7.7 milyar insan nüfusu var, 2025’te 8.2 milyar gibi bir sayıya ulaşmış olacağız. Bu kadar insanın atığı, doğanın kaldırabileceğinden fazla bir boyuta varmış durumda. Özellikle Çin’den felaket boyutunda kirlilik haberleri geliyor. Çin ve Hindistan’ın nüfusunun 1.5 milyara (toplamda 3 milyara) yaklaşmasının dışında, Avrupa ve Amerika ülkelerinin de dünyadaki genel kirliliğe katkısı ihmal edilemez.

Çevre kirliliğinde en büyük düşman “plastik” olarak görülüyor. Twitter ve Facebook’ta duyarlı arkadaşlarımız tarafından sıkça paylaşılan resimleri görmüşsünüzdür. Tek kullanımlık plastik şişeler, poşetler, halkalar kullanıldıktan sonra ya çöp dağları oluşturuyor, ya da denizlere gidip hayvanların yaşam alanlarında zarara neden oluyor. Bu atıklardan dolayı boğularak ölen veya bu atıklarla beslenmeye çalışarak ölen hayvanların fotoğrafları internette sürekli paylaşılıyor. Plastik sağlam bir malzeme, ayrıca ucuz da. Her üründe plastik kullanabiliyoruz ve cam kadar da kolay kırılmıyor. Ancak bu sağlamlığın bir dezavantajı da var. Plastik torbalar denizde 10-20 sene, karada 500’den fazla senede anca yok olabiliyor.
Mevcut hükümetimiz “madem plastik torbalar çevreye zararı oluyor, biz de kullanımı azalsın diye paralı yapalım” gibi bir bahaneyle, marketlerde verilen poşetleri 25 kuruşa satma kanunu çıkardı. Bu fiyatın 10 kuruşu markete, 15 kuruşu ise hükümetin kasasına gidiyor. Tabii ki bizim okumuş, çevreye duyarlı, solcu arkadaşlarımız bu uygulamaya hemen sevindiler. “Ama Avrupa’da da böyle uygulanıyor” diye uygulamayı savunmaya başladılar (aynı içki yasaklarında olduğu gibi, “Avrupa’da da böyle”, neyse…). “Avrupa’da da böyle mi” tartışmasına hiç girmeyeceğim. Ama bu “25 Kuruş” metoduyla plastik kirliliğinin önüne geçebilecek miyiz, biraz bundan bahsedelim.
Ürettiğimiz her ürünün, üretim sırasında doğaya ve üreticiye bir maliyeti var. Ancak ürün kullanıldıktan sonra doğaya tekrar bir maliyeti oluyor. Ürün atıklarının, bakteri ve mantar gibi mikroorganizmalar tarafından parçalanıp dağılması gerekiyor. Bunu biz ilkokulda öğrenmiştik, ama çocuklara hala öğretiliyor mu bilmiyorum. Işık, su, oksijen ve sıcaklık gibi etkenler, çözünme hızlarını etkiler. Deniz ortamında çözünme süreleri şu şekilde: kağıt havlu 2-4 hafta, gazete kağıdı 6 hafta, elma artığı 2 ay, karton kutu 2 ay, süt kartonu 3 ay, pamuk eldivenler 1-5 ay, yün eldivenler 1 yıl, kontrplak 1-3 yıl, boyalı ahşap çubuklar 13 yıl, plastik torbalar 10-20 yıl, teneke kutular 50 yıl, tek kullanımlık bebek bezleri 50-100 yıl, plastik şişeler 100 yıl, aluminyum kutular 200 yıl, cam şişeler daha da fazla. Karasal ortamda çözünme süreleri şu şekilde: sebzeler 5 gün – 1 ay, kağıt 2-5 ay, pamuk tşört 6 ay, portakal kabukları 6 ay, ağaç yaprakları 1 yıl, yün çoraplar 1-5 yıl, plastik kaplı süt kartonları 5 yıl, deri ayakkabılar 25-40 yıl, naylon kumaşlar 30-40 yıl, teneke kutular 50-100 yıl, aluminyum kutular 80-100 yıl, cam şişeler 1 milyon yıl, köpük bardaklar 500 yıldan fazla, plastik torbalar 500 yıldan fazla.
Bu tabloya baktığımızda ürettiğimiz her ürünün doğaya büyük bir zararı olduğunu ve biriktikçe bu zararın da katlanarak arttığını görebiliriz. Haliyle “hadi torbaları 25 kuruş yapalım çevreyi koruyalım” diye düşünerek çözülebilecek bir sorun yok ortada. Çok duyarlı arkadaşlarımızın iddia ettiği gibi “Ama Avrupa’da da böyle” demenin de doğaya bir faydası bulunmuyor. Tamam çok güzel, torbaları ücretlendirdik, plastik torba tüketimini kıstık. Ancak kullanılan her poşetin denizleri 20 yıl boyunca kirleteceğini, katı atık sahalarında 500 yıldan fazla duracağını unutmayın. Yani “daha az tüketmek, daha az harcamak” o kirlenmeyi engellemiyor.
Tabii “plastik” sorununun sadece marketlerde verilen poşetlerden ibaret olmadığını da özellikle belirtmek lazım. Satılan her içecek (su, kola, gazoz vs) şişesinin plastik olduğunu farketmişsinizdir umarım. Plastik torbalar kadar doğaya zarar verebilen ürünler bunlar. Ayrıca sandalyeden tek kullanımlık bardağa kadar birçok ürün plastikten yapılıyor. Torbalara 25 kuruş fiyat eklediğimizde bu atıkları da engellemiş olmuyoruz.

Peki ne yapmak lazım?
Çocukken yüzmekten ve kumsalında yürümekten çok keyif aldığım bir sahil vardı. Bolca yengeç olan bir yerdi, yengeçleri izleyip inceleyerek geçen bir çocukluğum olmuştu. Büyüdükçe denize atılan plastiklerin arttığını gördüm. Yengeç ve kaplumbağalar, bu plastikleri “deniz anası” zannettiğinden, bölgedeki yengeç nüfusu hızlıca azalmaya başladı. Yerlerine de aynı hızla deniz anası doldu. Deniz anasını hiç sevmem, o yüzden eskiden severek yüzdüğüm sahilden uzak durmaya başladım. Bu sadece bir anı, ama bir çok sahilde benzer örneklerle karşılaşacağımıza eminim. Bu yüzden de ilk olarak buradan başlayabiliriz. İlkokulda Çevre ve Trafik dersi almıştık. Ancak bu derslerin topluma yansıması hiç olmadı. “Okumuş ve zeki” olduğunu iddia eden kişiler bile çöplerini sokağa veya denize atmaktan çekinmiyorlar. Bunu düzeltmek için çocuklara daha anaokulundan başlayan ve uygulamalı şekilde çevre ve temizlik eğitimi verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Japonya’da öğrenciler sınıflarını kendi temizliyorlarmış. Böyle bir değişikliğin bile büyük faydaları olabilir.
Taze ve yenilebilir gıdaların çoğu çöpe gidiyor. Dünyada üretilen besinlerin üçte biri israf ediliyor ve bu israf edilen besinler 3 milyar insana yetebilecek olduğu, 2011’de Birleşmiş Milletler tarafından da onaylanmış. Amerika’da her yıl gıdaların %40’ı çöpe gidiyor, bu da 2008’deki hesaplamaya göre 166 milyar dolar değerinde bir israf demek. Çürümeye bırakılan bu gıdaların, bize Sera Gazı (Greenhouse Gas) olarak geri dönmesi de cabası. Ambalajlar üzerine basılan “Son Kullanım Tarihi” etiketlerinin de (Sell By Date, Use By Date, Expiration Date) şirketler tarafından kasıtlı biçimde hatalı kullanılmasıyla, yenilebilir sağlıklı gıdaların çöpe gitmesine neden oluyor (merak eden YouTube’da “Expiration Dates Don’t Mean What You Think” diye aratıp Adam Ruins Everything’in videosunu izleyebilir). Bu israf kültürü, gereksiz çöp yığınlarının artmasını hızlandıran ve büyük bir kesimin de sağlıklı gıdaya ulaşmasını zorlaştıran büyük bir sorun. The Robin Hood Army gibi gönüllü organizasyonlar, atılacak yemekleri yoksullara ulaştırmak için çaba gösterse de, bireysel çabalar dünya çapında bir çözüm sağlamıyor.
Atıklarda geri dönüşümün önemi büyük. Evet, geri dönüştürmek demek bizim için büyük bir maliyet ve uğraş anlamına geliyor. Ancak devletlerin bu konuda sıkı denetimler yapması şart. Japonya bu işi oldukça ciddiye alıyor. Her mahallede çöp toplama alanları var, ve buralara çöpünüzü koyarken belirli kategorilere göre poşetlere ayırarak koymanız gerekiyor. Her kategorinin de kendine özel toplama günü oluyor. Her yerde çöp kutuları kağıt, teneke, cam ve plastik şeklinde kodlara göre ayrılmış. İsveç de bu işi ciddiyetle yapmakta ve iddia ettiklerine göre ev atıkların sadece yüzde biri katı atık sahalarına gitmekte ve geri kalanı geri dönüşümde kullanılmakta. Plastik, metal ve cam ürünler modern insan hayatı için çok büyük bir yere sahipler. Bu yüzden bunları daha az kullanmaya çalışmak kesin bir çözüm getirmez. Kullandığımızı geri dönüştürmek ve bunu efektif bir şekilde yapabilmek esas çözümü sağlayacaktır.
Bazı kişiler cam veya plastik yerine kullanılabilecek ve doğada hızlıca çözünebilecek malzemeleri geliştirmek için uğraş veriyor. Şimdilik piyasaya çıkan veya pratikte kullanılabilecek böyle bir malzeme göremedim. Ama denemeler ilerde olumlu bir sonuç halini alabilir. Asırlarca çöp olarak kalan tek kullanımlık plastik tabaklar yerine, doğada birkaç haftada yok olacak tabakların gelmesi, bizim için büyük bir değişiklik ve devrim yaratacaktır. Doğada çözünebilir plastikler konusu için, YouTube’da Seeker tarafından hazırlanan “The Shocking Truth About Biodegradable Plastics” videosunu izleyebilirsiniz.
En önemlisi, “çevreye karşı duyarlı olmak” konusunu “treehugger” olmakla eş tutma yanılgısını zihnimizden söküp atabilmemiz gerekiyor. Evimizin temiz ve düzenli olmasını istemek illa takıntılı derecede doğaya tapmak anlamına gelmemeli. Dünya da bizim evimiz olduğu için, temiz bir evde yaşama isteği herkesin en temel haklarından biri olmalı. Bunun için daha az tüketmek zorunda da değiliz. Ama daha akıllı tüketmek zorundayız. İsraf etmemek ve atıklarımızı geri dönüştürebilmek gerekiyor. Poşetleri 25 kuruş yapsak da 50 kuruş yapsak da bu sorumluluklarımız devam edecek.