
Yeterince televizyon reklamı izleyen her ölümlünün bir süre sonra ayırdına varacağı gibi tüm reklamcılık ve pazarlama faaliyetinin ilk adımı öne çıkarılması istenen ürünle ilgili bir algı çerçevesi yaratmaktır. Bu algı çerçevesinin neleri içerip neleri içermeyeceği ustalıkla seçilir, çerçevenin içinde bırakılması uygun görülen öğeler olabildiğince ilgi çekici bir kurgu içerisinde potansiyel alıcılara sunulur ve reklamın ‘işleyerek’ ürünün satışını artırması beklenir.
Algı çerçevesine yerleştirilen öğelerin ürünü doğrudan temsil ediyor olmaları hatta ürünle gerçek anlamda ilişkili olmaları gerekmez; eğer öyle olsaydı reklamcılık faaliyetinin bir anlamı olmaz, ürünü göstermek yeterli olurdu. Öğelerin doğru filtrelenmesi ve çekici bir kurguyla sunulmaları bizim ürünü aslında ürünle pek de alakası olmayan fazlasıyla cazibeli bir algı çerçevesinden görmemizi ve reklamın tekrarları sonucu zamanla kendimizi de o kurguya dahil etmemizi sağlar. Tüm televizyon reklamları bu şemaya birer örnektir: İçerdiği şeker ve asitten dolayı çocuklardan uzak tutmamız gereken bir gazoz bizzat bir küçük çocuk tarafından ayıcığıyla paylaştığı ‘on yüz bin milyon baloncuk’un serinletici kaynağı olarak sunulur; buzdolapları ve bulaşık deterjanları büyüleyici bir değişim geçirerek mutlu ve sıcak ailelerin fertlerine takılan birer madalya haline gelirler, dondurmadan kot pantolona bir çok ürün örtülü cinsellik aracılığıyla arzulanır hale getirilir vs.
Ama eğer aradığımız gerçekten ölümüne vurucu algı çerçevesi uygulamalarıysa coğrafyamızdaki yakın tarihli savaşların ana akım medyada nasıl sunulduğuna bakmamız gerekir. Haklıyla haksızın siyah beyaz kesinlikle ‘konunun uzmanları’ tarafından beynimize nakşedilmesinden sonra savaşla ilgili algı çerçevesi devreye sokulur: Öncelikle bir savaş olmamaktadır, kötülerin işleyebilecekleri daha büyük suçları engellemek için ‘önleyici bir vuruş’ yapılmaktadır, Tomahawk ve Cruise füzeleri ‘cerrahi bir operasyon’ hassasiyetiyle kritik noktaları vurarak müttefiklerimizin güvenliğini sağlamakta, önemli hedeflere gereken sayıda sortiler yapılmakta, zaman zaman halı bombardımanına baş vurulurken Apaçi ve Kobra Helikopterleri de devreye girebilmektedir. Steril ve kansız bir savaş mühendisliği dili ile (sorti, halı bombardımanı vb.) ilgili marka ve modellerin çağrışımlarla dolu renkli dünyası (Kızılderili Baltası Tomahawk, Apaçiler, Kobralar, gezinti anlamına gelen Cruise vb.) harmanlanarak ölümün ve insani trajedinin kesinlikle dışarıda kaldığı bir algı çerçevesi yaratılmakta, adeta izleyeni eğlendirerek eğiten bir terminoloji içinde kalabalıkların olup bitenden haberdar edildiği haber bültenleri, köşe yazıları vb. kurgulanmaktadır. Terminoloji bulaşıcıdır, bütün o izlenmiş haber bültenleri, derin tartışma programları vs. sonrasında insanlar burunlarının ucundaki insanlık trajedisinden bahsetmek istediklerinde akıllarına sorti, halı bombardımanı, apaçi, kobra, tomahawk gibi sözcüklerden fazlası gelemeyecektir. J. G. Ballard’ın şu sözlerine şapka çıkarmamak mümkün mü: “Yaşadığımız dünyayı pazarlamacılık, reklamcılık, reklamcılığın bir kolu olarak görülen politika ve özgün tepkinin yerini alan televizyon ekranı aracılığıyla deneyim gibi çok çeşitli kurgu türleri yönetiyor.”**
Bugün tüm bu algı çerçeveleri oluşturma ve yönetme işinin en yeni halkası ‘Endüstri 4’ söylemi/kurgusu etrafında oluşturuluyor gibi gözüküyor. ‘Ne kurgusu, bu gerçek!’ diyenleri duyar gibi oluyorum… Evet, Türkiye’de hala okula gitmesi gereken çocukların sınıflar yerine konfeksiyon atölyelerini doldurup kimi amca ve teyzelerin cicili bicili beyaz gömleklerini, bluzlarını diktikleri bir gerçek. Aynı amca ve teyzelerin yazar, uzman vb. sıfatlarla televizyona çıkıp bize artık bilgi çağına girmekte olduğumuzu anlatmaları da elbette ayrı bir gerçek. Bu ikisinin toplamından elbet başka bir gerçek daha çıkıyor… Bu arada sahi ne oldu bilgi çağına, neyse onun yerini kaptığı globalleşme kavramına yaptığını bugünlerde Endüstri 4.0 kavramı da ona yapmış gibi gözüküyor. Etme bulma dünyası… Bir ara da tarihin sonuna gelmiştik değil mi?
Şaka bir yana elbette ki sosyoloji ve tarih bize insan topluluklarının yaşamlarını en derinden etkileyen şeyin toplumsal üretimin değişmesini sağlayacak ölçekteki yeni bilgiler ve teknolojiler olduğunu gösteriyor. Homo Erectusun ilk ateşi yakışı, toprağın ekilip biçilmesiyle avcılık-toplayıcılıktan vazgeçilmesi, yazının ortaya çıkışı, matbaa, buhar makinesi akla ilk gelen örnekler… Yeni teknolojilerin ilk ortaya çıktıklarında bir büyü gibi ürkütücü ve etkileyici olabileceklerini ve etkilerini, değiştirici-dönüştürücü güçlerini asla yabana atamayacağımızı biliyoruz.
Endüstri 4.0’ı adından başlayarak anlamaya çalışalım. Seçilen isim bir bilgisayar programının ya da oyununun yeni sürümünü çağrıştırır gibi; gerçekten de sanayi devrimi sonrası tarih içinde yaşadığımız bir bilgisayar oyunuymuşçasına 1.0, 2.0, 3.0 ve 4.0’ıncı sürümlere ayrılarak bu isme ulaşılıyor: Bir bakıma modern kapitalizmin de doğuşu sayılabilecek buhar makinesinin icadı ve üretimde kullanılmasıyla başlayan dönem (18. yy. ortaları) Endüstri 1.0 olarak değerlendiriliyor; elektrik enerjisinin üretime girişi ve Fordist dönem olarak adlandırılabilecek seri üretim hatlarının kullanımını da içine alan bir dönem Endüstri 2.0 olarak değerlendiriliyor, 1970’lerle başlayan bilgisayar destekli tezgahların kullanımı, dijital teknolojilerle birlikte bugünü de kapsayacak şekilde Endüstri 3.0 olarak adlandırıldıktan sonra bilişim teknolojileri ve endüstrinin bütünleşmesinden şu an için eşiğinde durduğumuz Endüstri 4.0’ın doğacağı söyleniyor. Dördüncü sürümle ilgili yapılan vurgu ‘nesnelerin interneti’ , ‘hizmetlerin interneti’ ve ‘siber fiziksel sistemlerin’ uyum içinde çalışmasıyla bugüne değin görülmemiş verim ve kalitede üretimin sağlanabileceği. İnsanın aklına ister istemez Audi’nin o ünlü reklam sloganı geliyor: ‘Teknik sayesinde ilerleme’ (Fortschritt durch Technik).
Dikkat edilirse tüm adlandırmalar sadece mühendislik alanından yola çıkarak yapılıyor, ne Endüstri 1.0’da makinelere zincirle bağlanıp çalıştırılan çocuklardan ne de endüstri 1.0 ve 2.0’da silah kullanarak kırılan grevlerden söz ediliyor… Dünya tarihi art arda dizilmiş bir dizi mühendislik uygulaması olarak ele alınıyor ve mantıkçıların ‘Yeni olan iyidir safsatası’ olarak tanımladıkları düşünce hatasına bir örnek olmak için çabalanırmışçasına daha yeni olanın daha iyi olması gerektiği dayatılıyor. Dünya tarihi art arda dizilen, her biri bir öncekinden iyi mühendislik başarılarının bir hikayesi gibi sunulmuş oluyor. Çarklar, otomobil tekerlekleri, türbinler dönüyor; teknik sayesinde ilerliyoruz.
Vaat edilen çok açık: daha fazla üretim ve tabii sonuçta daha fazla tüketim… Ürünleri daha verimli üretim sistemleri bu kez internet üzerinden doğru bilgi, hizmet ve malzeme akışını sağlayarak daha az işçi ve daha az hatayla sağlayacaklar, ne güzel. Ama zaten Endüstri 1.0’den beri verim sürekli artmıyor mu? Çevre kirliliğini, ekonomik çarpıklıkları, adaletsizlikleri vs. aşabildik mi? Kutsadığımız modernist-kapitalist üretim çağının en büyük meyveleri iki büyük Dünya Savaşı değil mi? Onca üretime rağmen açlık ve yoksulluk sürerken savaş hala bir endüstri ve sermaye biriktirme alanı değil mi?
Yeni teknolojilere direnmek elbette mümkün değil, ama en azından nasıl kullanılacakları üzerine kafa yormak yararlı olabilir. Bu açıdan Bertrand Russel’ın ünlü iğne üretimi örneği hatırlamaya değer. Russel’ın ‘Aylaklığa Övgü’ adlı kitabından küçük bir alıntı yapalım: …’belirli bir anda, belli sayıda kişinin toplu iğne yapımı işine girdiğini, günde (örneğin) sekiz saat çalışıp, dünyanın gerek duyduğu sayıda toplu iğne ürettiklerini varsayalım. Birinin kalkıp aynı sayıda kişinin, eskisinin tam iki katı iğne üretmesini sağlayan bir buluş yaptığını düşünelim. Peki ama dünyada bunun iki katı iğne gerekmiyor ki; hem iğnenin fiyatı o kadar düşük ki, bundan daha ucuza satılıyor diye kimse gidip daha çok iğne almaz ki zaten. Akla uygun bir dünyada, iğne yapımıyla uğraşan herkesin sekiz yerine dört saat çalışmasıyla herşey gene eskisi gibi sürüp gidebilirdi rahatlıkla. Ama şimdi yaşadığımız dünyada böyle bir şeyin ahlak açısından çöküntüye yol açacağına inanılır. İnsanlar hala sekiz saat çalışmakta, hala gereğinden çok iğne var ortada, kimi işverenler iflas etmekte, daha önce iğne yapımıyla uğraşan kişilerin yarısıysa işsizlik içinde sürünmekte…’*
Yukarıdaki örnekte elbette yeni ve daha verimli bir iğne üretim teknolojisine itirazdan ziyade o teknolojinin ele alınışı ve algılanış biçimiyle ilgili hata vurgulanıyor. Hata kapitalist anlayışın uzlaşmayı ve paylaşımı elinin tersiyle iten ‘Ya hep ya hiç, ya ben ya sen’ diyen tuhaf, saplantılı dayatması; çalışmanın erdemleri gibi lafların arkasına sığınılarak planlamanın toplumun ortak yararı yerine kar maksimizasyonu, rekabet vb. esas alınarak yapılıyor oluşudur. Russel’ın örneği sistemin yüzeydeki mekanik verimlilik görüntüsünün altında yatan o derin verimsizliğe, insanlar için mutluluk üretme konusundaki başarısızlığına, yetersizliğine işaret ediyor.
Verilen terminolojiyi kullanacak olursak bu verimsizlik, halen içinde yaşadığımız söylenen üretim fazlası ve yoksulluğun el ele yürüdüğü, obezite ve açlığın, işsizlik ve güvencesiz aşırı çalıştırılmanın yan yana varolduğu, en belirgin özelliği bizzat yaşayageldiğimiz birbirini takip eden ekonomik krizler olan Endüstri 3.0’ın temel karakteridir. Daha az iş gücüyle daha çok üretim vaat eden Endüstri 4.0 kapitalist paradigmayı değiştirmeyi göze almadığımız sürece üretim fazlası/yoksulluk çelişkisini daha da büyütecek ve mevcut krizleri daha da ağırlaştıracak gibi durmaktadır.
Günümüzde Dünyanın her yerinde, gelişmiş ülkeler dahil iş gücünün gittikçe daha çok taşeronlaştırıldığını, çalışma kuraları belirsizleşir, haklar erirken gelecekle ilgili güvencelerin zayıfladığını hatırda tutalım. Mal ve para serbestçe gezerken canlarını kurtarmak için ülkelerindeki savaştan kaçmaya çalışan ve çaresizce bu savaşı kışkırtıp besleyen insanların ülkelerine sığınmaya çabalayan ailelerin rahatlıkla ölüme terk edilebildikleri bir dünyada yaşıyoruz. Evet, pompalanan terminolojiyle konuşursak hala Endüstri 3.0’dayız. Böyle bir dünyada üretim artışı ne tür bir anlam taşır? Üretilen gerçek ihtiyaç malzemeleri mi olur yoksa bir kez daha verimliliğin en büyük sonuçlarını yine lüzumsuz tüketim ve savaş endüstrisinde mi görürüz? Bu açıdan ikinci sürüme bir bakmak ve sürümle aynı numarayı taşıyan Dünya Savaşının o güne değin görülmedik öldürme yeteneğine Fordist hatlardan çıkan silahlarla ulaştığını hatırlamak yeter…
Gelişigüzel bir reklamcılık beyin fırtınası ürünü gibi duran ismini bir yana bırakırsak Endüstri 4.0’ın eldeki bilimsel-teknolojik birikimle yeni bir üretim sıçramasının önünü açması elbette olasıdır. Eğer süregelen teknolojik evrimin ötesinde gerçekten çağı değiştirecek bir dönemin eşiğindeysek en doğru ismi günü geldiğinde elbette tarihçiler koyacaktır: Kimbilir belki ‘Ultra Üretim Fazlası Çağı’ ‘Verimli İsraf Çağı’ ya da ‘Dipsiz İşsizlik Dönemi’ gibi isimleri tercih ederler. Ama şimdilik hazır olarak sunulan algı çerçevesi işini yapıyor; tarihi bir mühendislik sürümünden diğerine geçiş olarak okumaya ikna oluyor ve her şeye steril bir mühendislik diliyle bakıyoruz. Üretimin bol ve dolaysıyla tüketimin bol olacağı bir cennetin müjdesini duyuyor ve sevinçle inanıyoruz… Her pazarlama faaliyetinde olduğu gibi burada da sözü edilmeyip çerçeve dışına atılanın tartışmanın da dışında kalacağı umuluyor. Vaat edilen gerçek olursa belki kendilerini çalıştıkları şirketin kapısının önünde bulacak beyaz ve mavi yakalılar da ‘Hoşgeldin Ya Endüstrilerin Sultanı 4.0’ mahyası altında toplanabilecek içki servisi yapan robotlu sosyal medya paylaşımlarına bayıldığına göre alarm zillerinin çalmasının gerektiği açıktır, çünkü Endüstri 4.0 bizzat olası kurbanları açısından bile muhtemelen çok geç olana kadar dayatılan algı çerçevesi dışında değerlendirilemeyeceğe benziyor…
Tüm bu olası sorunların bugünden tartışılıyor olması yersiz mühendislik güzellemelerinden çok daha önemlidir. Olup biteni anlamak için belki de işe daha geniş bir perspektifle insanlık tarihine bakarak başlayabiliriz. Unutmayalım belki de en büyük üretim devrimimiz olan Neolitik Devrim ya da tarımın başlangıcıyla avcılık ve toplayıcılığı bırakıp yerleşik hayata geçtik. Harika bir fikir gibi gözükse de 10.000 yılı aşkın bir sürenin sonunda bu değişikliğin ortaya çıkardığı sorunları bugün bile tam olarak çözebilmiş değiliz. Antropologlara kulak verdiğimizde bu büyük sıçrama sonucu ortaya çıkan daha kalabalık yaşamanın ve üretim-paylaşım ilişkilerinin sonucu birbirimizi öldürme konusunda daha yaygın bir alışkanlık geliştirmiş olduğumuzu, salgın hastalıkların yanısıra yeni diyet ve daha az hareketli hayatın getirdiği kan yağlanması gibi sağlık sorunlarıyla da tanıştığımızı öğreniyoruz. Evet, hiç biri bugün de çözebilmiş olduğumuz problemler değil. 10.000 yıldan sonra kesin olan tek şey ev ödevimizi yapmak konusunda küçük çocukların çoğunun gösterdiği olgunluğun altında olduğumuz. Bari şimdi tabağımızı bitirmeden tatlıya geçmeye kalkışmayalım, önce Endüstri 3.0 ile üretimimizi ortak iyilik için kullanmayı,hiç olmazsa birbirimizi öldürmemeyi, lüzumsuz tüketim arzumuzla dünyayı tüketmemeyi öğrenelim. Hem bu kez elimizde bilimsel düşünce ve tarih bilgisi var, ayrangönüllülüğün alemi yok. Endüstri 4.0 şimdilik elmamız kızarana kadar bekleyebilir.
E.Ş. – Temmuz 2018
* Bertrand Russell, Aylaklığa Övgü, Cogito, sayı 12, s.61-68 – Çeviri: Alp Tümertekin
**J.G. Ballard, Çarpışma, Sel Yayınları, Çeviri: Nurgül Demirdöven