
Çocukken, çok küçükken, güzel masal kitaplarım vardı, basit hayatlar, basit maceralar ve bir çocuğun gözünden dünyanın keşfi. İlk aklıma gelen elbette Ayşegül kitapları oluyor, sanırım Alpagut Yayınevi dönemlerinden. Özellikle kapakları çok etkileyiciydi, her kitaptaki macerayı tanıtan bir resim olurdu. O kitaplar Martine diye Fransız bir seriden çeviriymiş, ama o yaşlarda bilmiyorduk tabii. O yaşlarda neredeyse hiçbir şey bilmiyorduk, ve bir şeyler keşfediyor olmanın heyecanı paha biçilemez bir hediye gibiydi. Ayşegül kitapları hala aklımızda o yüzden.
“Biz büyüdük ve kirlendi dünya” diye klişe mevzulara girmeyeceğim. Ama çocukluktan bağımsız olarak, geçmiş yıllardan günümüze film hikayelerin ve karakterlerin değişimine göz attığımızda, çok daha karamsar ve çok daha yılgın bir döneme girmiş olduğumuzu görebiliyoruz. İnsanların devletlere olan güveni de bitti, kendilerine olan inançları da bitti. Haliyle yeni kahramanları bu karamsarlık altında yazıyoruz. Filmler ve romanlar kendimize, topluma ve devlete karşı endişeli, istihzalı ve küçümseyen bakış açılarını yansıtıyor.
Böyle bir dönemde, o bahsettiğim çocukluk heyecanını içeren bir film izlemek bana çok değişik ve tazeliyici geldi. Hayao Miyazaki, dünyanın ne kadar sıkıntılı ve hayatın ne kadar zor olmasına rağmen, çocukların yine de yaşamaya değer ve her zaman güzel şeylerin de olduğunu bilmesini istediğini defalarca söylemiş birisi. Filmlerini de buna göre şekillendiriyor. Bir Studio Ghibli filmini izlerken, siz de yemek pişirmek, evi temizlemek, benzer işlerde çalışmak şevkiyle doluyorsunuz. Bunu mutlu müzikler ve doğadan binbir manzara eşliğinde yaptığında, içinizdeki mutluluğu ve huzuru daha da arttırıyor. Günlük işleri bile romantikleştirerek, akıl ve ruh sağlılığınıza katkıda bulunuyor.
Şunu söylemek gerekiyor ki, öyle aman aman bir hikayesi yok. Belirsiz bir başı ve belirsiz bir sonu var. Bize o ortadaki kısımda yaşananları anlatıyor. Ama burada önemli olan, bu bölümdeki hikaye anlatımının etkileyiciliği. İnsanlığın Şamanist dönemlerinden kalma efsaneleri, düşünceleri ve kültürlerini, modern dünyaya taşıyor. Tabii ki Japonya’daki Şintoizm inancının bunda etkisi var, ama doğayla birlikte uyum içinde yaşanılan ilkel ve saf zamanlardan kalma o gelenekler, filmde çok huzurlu ve sakin bir hava yaratmış. Miyazaki’nin annesinin de 1947’den 1955’e kadar tüberkülozdan dolayı yatalak kalmış ve ilk birkaç yılını hastanede geçirmiş olduğunu düşünürsek, bu film Miyazaki için kişisel bir deneyimi yansıtıyor.
Hayao Miyazaki gerçekten büyük bir usta. Şöyle basit bir hikayede bile seyircisini o dünyanın içindeymiş ve karakterlerle birlikte yolculuğa çıkmış gibi hissettirmeyi başarıyor. Bize sunacağı dünyayı yavaş yavaş tanıtıyor ve kesinlikle baştan savma bir iş yapmıyor. Y Nesli’nden ve Z Nesli’nden gençlerin hoşuna gitmeyebilecek bir yavaşlık var, ama bu yavaşlık, sahnelerdeki derinliği, nesnelerin etkileşimi ve karakterlerin duygu ve düşüncelerini anlamanız için fırsat vermiş oluyor. Blade Runner izlemiş ve sevmiş olanlar ne demek istediğimi anlayacaktır. Özellikle yeşilliklerin parlak yeşilliği, gün batımı ve benzeri manzaralarda büyük bir emek harcanmış ve çizimlere ruh katılmış.
Eğer bir çocuğunuz varsa onla birlikte, ya da çocukluk günlerinize dönmek istediğinizde izlenecek bir film olmuş. Dikkatli gözler bazı animasyon hataları farketse de, günümüze bile göre çok başarılı animasyonlara sahip. Özellikle şahane manzara sahneleri sizi filmin içine çekmeyi başarıyor.
8/10 – Çok iyi