
Kapitalizm üzerinde doğrudan konuşup tartışmak için oldukça eskimiş ya da fazlasıyla sıradan bir konu gibi gözükebilir, ya da topluca kapitalizmi tartışmanın ortaokul öğrencilerinin Tanrının varlığını tartışmaları kadar verimsiz bir iş olduğuna dair ince bir mühendislikle ikna edilmiş olabiliriz. İçinde yaşadığımız sistem olarak kapitalizm çoğumuz için görünmez hale gelmiştir, tıpkı balıklar için suyun görünmez oluşu gibi. Kapitalizmi tartışırken kendimizi bir anda eğitim sisteminden denizde yüzen pet şişelere her şeyi tartışıyor durumda bulmamız ve rakı sofralarının bir türlü memleketi kurtarmaya yetecek kadar uzatılamaması gibi tartışmayı asla sonuçlandıramamamız da elbette olasıdır. Sonuçta balıklardan bir olumlu farkımız olacaksa içinde bulunduğumuz durumu tartma yetisine sahip olabileceğimiz öne sürülebilir. Kavrayışımız sayesinde çözüm üretebiliriz ama konuşup tartışmadan fark ettiğimizi aktaramayız, fark edilenden haberdar olamayız. Öyleyse işler hiç de iyiye gitmiyorken kapitalizmi yeniden tartışmamız gerekli ve yararlı olabilir.
Kapitalizmin bizi büyüleyen bir yüzü vardır, bizim kesintisiz çabamız olmadan ayakta duramayacağı için bizi hep oyunda tutmak üzere tasarlanmıştır: İşyerleri maksimum verimde minimum kayıp zamanla çalışmayı sağlayacak şekilde dizayn edilmiştir, küçük ofislerden dev fabrikalara durum böyledir; içine girer, parçası olur ve üretiriz, karşılığında bir gelirimiz olur. Tabii bu işsiz değilsek geçerlidir, çünkü sistem bizim maaşlarımızla ilgili nahoş taleplerde bulunabilmemizi imkansız kılmak için her zaman belirli bir işsizlik oranını koruyacak şekilde işletilir. Dolayısıyla öncelikle bir işimiz olduğu için müteşekkir olmamız sağlanır, bu önemlidir, boş boş sokaklarda dolaşsak daha mı iyi mi olacaktı? Elbette maaşımız sadece para olarak kalırsa ödül duygumuz eksik kalacaktır, bu parayı en güzel, en eğlenceli biçimde harcamalıyız ki bir hayatımız, üzerinde konuşabileceğimiz bir şeyler olsun. Bunun için maksimum verimlilikte tasarlanmış alış veriş merkezleri vardır: İçine girer ve minimum kayıp zamanla maksimum tüketim için dolaşır dururuz. Bir şey almasak da bir şeyler yer ya da hiç aklımızda yokken yeni bir elektrik süpürgesi ya da kulaklık almayı hayal etmeye başlarız. Çünkü alış veriş merkezlerinin her noktası bu tür ıvır zıvırın neredeyse bir kutsallık haresiyle sarmalanmışlar ya da cinsel cazibeleri varmışçasına bakmasak bile eninde sonunda görmek zorunda kalacağımız biçimde sergilendikleri yerlerdir.
Aslında AVM’ler ve iş yerleri benzer verimlilik esaslarıyla tasarlanmış ters yönlü işleyen araçlardır, aynı şeyin iki ayrı yüzüdürler. İş yerinde kredi kartı taksitlerimizi ödeyecek geliri elde eder, AVM’lerde taksitle yeni ürünler alır; kredi kartımızın şişen borcuyla işimize daha bir şevkle sarılır hale geliriz. Aklı başında insanlar olarak sincapların kafeslerinde çevirmeyi pek sevdiği çarkları andıran bu çarka attırdığımız her turla coşar, mutluluktan mutluluğa koşarız. Büyüleyici bir nokta da içimizde en az çalışarak en çok tüketenlerin çok çalışmak zorunda kalmalarına rağmen pek az şey satın alabilen yoksullara yukarıdan bakabilmeleri, kendileri onlardan üstün ve değerli görebilmeleridir. Bu hengame içinde yaptıklarımızın anlamı ya da aldıklarımızın gerçekten bize gerekli olup olmadığı önemli değildir, esas olan hayat gailesi ve mücadelemizdir. Çarkı çevirme işi bize verdiği tatmin hissinin yanında bizi olgunlaştırıp dünyayı algılayışımızı da geliştirir. Öyle ki emekli olup da artık iş yerine gitmeden sadece AVM’lerde dolaşmaya başlayan insanların nedense daha da mutlu olamayıp depresyona girmesini hiç de tuhaf bulmaz, bu derin talihsizlik durumuna imrenmeyle karışık bir acıma ve sempatiyle bakarız. Gerçek bir kendinden geçme hali…
Kapitalist toplum hayatımıza anlam katar, tek korkumuz sistemin içinde barınabilen kötü niyetli kişilerdir: Evet, yankesiciler ve hırsızlardan bahsediyorum. Her ne kadar böylelerinin hırsızlık ve düpedüz gaspla cüzdanlarımızı vs. çalarak yarattığı zarar büyük şirketlerin çevreyi talan ederek ya da vergi kaçırarak ortak zenginliğimizden götürdüklerinin sadece bir kaç yüzde biri kadar da olsa (Bu oran ABD için gerçekten hesaplanmaya çalışılmıştır, oran 500 Milyar Dolarlık şirket suçlarına karşılık 3,8 Milyar Dolarlık kişisel suçlar ) bizim en büyük korkumuz bu tür kişilerdir. Çünkü özgür basın ve televizyonlar vs. bize en çok bunların kötülüğünden bahsederler. Niye büyük şirket suçları basında ve televizyonlarda yer almaz? Kim reklam gelirlerini kaybetmek ister ki, hem belki sahipleri de aynı kişilerdir. Ama böyle bozguncu düşüncelere kapılmayalım, ana akım basın bize haber vermek için vardır, yoksa gazetelerin ön sayfalarında logolarının altındaki parlak sözler yerine ‘Biz bu işe para için girdik’ yazardı, yalan mı söyleyecekler.
Gerçekten de tıpkı basının bizlere doğru haber vermek için var olabilmesi gibi, etrafımızdaki her şey bize en yararlı olacak şekilde tasarlanmıştır, piyasanın görünmez eli başka türlüsüne izin vermez çünkü. En basit bir örnekle girdiğimiz her markette sayısız kimyasal maddeyle zenginleştirilmiş, bayatlamak bilmeyen çeşit çeşit yiyecek ve içecek rengarenk ambalajları içinde bizleri bekler. Piyasanın görünmez eli yeterince karlı olmayan, içinde kimyasal katkılar olmadığı için çabucak bayatlayan renksiz ambalajlarda sunulan ürünleri üreticileri ile birlikte ortadan kaldırmıştır. Aynı şey kültür ürünleri için de geçerlidir: Son derece ilkel ve sıkıcı bir kurum olduğunu düşünebileceğimiz 18.yüzyıl Leipzig şehir meclisi aralarındaki tüm çekişmelere rağmen Johann Sebastian Bach’a hayatının son 27 yılı boyunca kesintisiz olarak maaş ödemiş olabilir, ama çağdaş müzik endüstrisi elbette yıllar içerisinde Michael Jackson ve Britney Spears’ten Ed Sheeran’a çok daha zengin bir müzisyenler ordusuyla kulaklarımızdan kalplerimize ulaşmasını bilecektir. Piyasanın görünmez eli hiç şüphesiz kar peşindeki pop müzik yatırımcısının her hatasını cezalandırarak onu yanlış yapmaktan alıkoyacak ve en kolay satılanın daha da yaygınlaşması yolundaki çabalarını ödüllendirecektir. Müzikalite bir yana, uluslararası bir ‘çocuk harçlıkları mafyası’ gibi çalışarak elde edilecek kar bir yana.
Piyasanın görünmez eli bu şekilde bedenimizi ve ruhumuzu zinde tutarken reklamlar bizi mutluluğun ancak sahip olduğumuz ve tükettiğimiz objeler aracılığıyla kapımızı çalacağına her an yeniden ikna ederler. Seyrettiğimiz her Hollywood filmi bize sistemin iyi olduğunu, tekil kötülere karşı (bunlar uzaylı, Rus ya da Ortadoğulu olabilir) gerekirse kendimizi feda ederek sistemi korumamız gerektiğini fısıldar. Sistem nedir? Basitçe üç beş kötü adamın geceleri el ayak çekilince buluşup kötülük planlarıyla yönlendirdiği bir makine değildir sistem. Sistem yanlış bilinçlerimizde var olur ve eylemlerimiz, düşüncelerimiz aracılığıyla kendini yeniden üretir. Bizse sistemin bizden bağımsız var olduğuna ve bizi beslediğine ikna ediliriz, görevimiz her an onu koruyup kollamak, desteklemektir. Eleştiri sapma gösterenedir, bireyin işi birey olarak payına ne düştüğü söyleniyorsa onu yapmaktır. Dinlediğimiz tüm o romantik şarkılar mutluluğun kapımızı ancak neden büyüleyici olduğu belirsiz o özel kişi karşımıza çıkınca çalacağını fısıldar, her şey bireyseldir, toplumu değiştirmek konusu popüler kültürün eşiğinden olumlu bir anlamla geçemez. Açıktır ki varoluşumuzu sorgulayıp denizi bulandırmak için değil ama çoluk çocuğa karışmak için varız. Pop müziğin aşk şarkılarının buz dolabı ve çamaşır makinesi tüketimine katkıları yadsınamaz. Ötesine gerek yok, işte erdemli bir varoluş.
Bu erdemli varoluş büyük şirketlerin ve artık bir çok açıdan bu şirketlere benzemeye başlayan devletler arasındaki rekabette ‘yetki sahibi’ bireylerin karar ve eylemlerinde daha büyük ölçekli ve asil eylemlerle ifade bulur. Bir boru hattı yapılacaksa yapılacaktır, çünkü karlı olacağına inanılmaktadır. Eğer hattın topraklarından geçmesini istemeyen ülkeler çıkarsa piyasanın görünmez eline benzer başka eller çıkar ortaya, bir bakmışsınız o ülkede bir iç savaş çıkmış. Ama bunlar önemli değil elbette, esas olan tüm o güzel pop şarkılarını dinleyip filmleri seyreden bilinçli insanların tatile çıkarken arabalarının depolarını daha ucuza doldurabilmeleri. Yarın onların da başına aynı şeyler gelebilir mi dediniz? Bozgunculuğun alemi yok, bir gofret yiyip düşünün lütfen, herkes istediğini yapsa piyasanın görünmez elinin ne yapacağı belli mi olur, dünyaya demokrasi getiren ülkelerin ekonomileri perilerin gülümsemesiyle mi çalışıyor?
Kapitalizm gibi cennetsi bir düzende bile her şey kusursuz değildir elbette. Tüm iyi niyet ve ihtimama, sunulan gıdaların kalitesine, şehirlerin huzurlu ve temiz çevrelerine rağmen insanlar hasta olabiliyor mesela. Burada da piyasanın sihirli görünmez eli imdadımıza yetişiyor. Hastaneler arasında olduğu gibi hastaneler içinde de piyasalar ve dolayısıyla görünmez eller vardır, her zaman yardıma hazır. Açıktır ki en yüksek karlılığa sahip hastaneler en güzel reklamları finanse ederek hastaları kendilerine çeker ve bir tanesinin içine girdiğimizde hastane içindeki işleyişin görünmez eli en çok gelir üreten hekimleri ödüllendirdiği için bizim de elbette bir hasta olarak payımıza gerekliliğine bir türlü emin olamadığımız bir yığın işlemin faturasını ödeyerek bu kusursuz sağlık sistemine finansal desteğimizi sunmak düşer. Bedava mı olacaktı? Tomografi aleti suyla mı çalışıyor, kaldı ki su bile bedava değil.
Bütün bunlar nasıl mümkün olabiliyor? İşin sırrını kapitalist işleyişin bireyde çarpık bir bilinç yaratması ve oluşan bu çarpık bilincin mevcut işleyişi destekleyerek kendisini her şartta yeniden üretmesi olarak özetleyebiliriz. Örneğin yıllarca her aile toplantısında diyet yapmaktan başka bir konuda konuşmayan annesi ve teyzelerinin arasında oturan kız çocuklarının sayısız saçma sapan diyet sonrası yirmili yaşlarında nasıl olup da yeme bozukluğu geliştirdiğine bir türlü akıl sır erdiremeyen aile fertleri gibi bizler de etrafımızı saran tüm saçmalıkları unutup elimizde tuttuğumuz cips poşetinde bir yığın kansorejenin oluşuna, yıllarca para ödediğimiz sigorta şirketi tarafından kazıklanışımıza ya da sınırımızda bir anda patlak veren savaşa şaşar dururuz.
Bu yazı elbette hiç bir yeni bilgi içermiyor ve alaycı bir iç dökmeden öteye gidemiyor. Ama bunun için var, bir kez var ettiğimiz sistemle alay edebilir hale geldiğimizde onu dönüştürecek gücü de elde etmiş oluruz. Dünya hiç bir zaman cennet olmadı, ama çok değil 30 yıl öncesinde, dünyada Reagan ve Thatcher, ülkemizde Özal daha vahşi bir kapitalizmi erdemmiş gibi pazarlamaya başlamadan önce geleceğe bir nebze olsun daha güvenle bakabiliyormuşuz, bunu şimdi fark edebiliyoruz. Yarın daha karanlık bir fark edişe uyanmamak için bugün durumumuzu daha iyi anlamak ve kendi bireysel dirençlerimizi geliştirmek zorundayız. İşe AVM’lere ve reklamlara sırtımızı dönmek, ürettiğimizin anlamını sorgulamak ve tüketimde mutluluk aramaktan vazgeçerek başlayabiliriz.
Yazının Kaynağı: https://erhansermet.blogspot.com.tr/