
Sanattan para kazanma konusu hep çok çetrefilli olmuştur. Ticaret ve sanatın birbirinden mutlak olarak ayrılması gerektiğini düşünenlerle, sanatın para kazanmanın sadece bir diğer yolu olduğunu düşünenler ve aradaki sayısız tondaki grilerin temsilcileri arasındaki tartışmalar eskidir. Belki önemli olan tüm bu farklı bakışlar ve uzayıp giden tartışmalar arasında eserinin alınıp satılması düşüncesinin sanatçıyı ve çalışmasını nasıl etkilediğidir. Çünkü dönemlere bağlı değişen değerlendirmeler zaman içinde kazanıldığı ya da yitirildiği düşünülen para gibi unutulur gider, geriye kalan üretilmiş olan sanattır. Bu açıdan Leonard Cohen’in şu sözü bence her şeyden önce en azından üretmek için ayakta kalması gereken sanatçı için önemsenmesi gereken bir bakış açısı sunar: ‘Para için çalışmak istemem, ama şarkım için para ödenmesini isterim.’
Kapitalizmin hoyrat, duyarsız dilinin her alana hakim olduğu bir çağda yaşıyoruz: iş arayan insanlar ‘iş gücü piyasası’ içerisinde kendilerine nasıl bir değer biçileceğini kestirmeye çalışıyorlar, çocuklarının eğitimi için endişelenen ebeveynler ‘eğitim sektöründe’ olup bitenleri anlamak istiyorlar vs. Tüm insanlığı bir piyasalar toplamı olarak görmeye ikna edilmiş kalabalıklar için sanat da elbette bir ‘sektör’ ya da ‘piyasa’dır. Cohen’in yukarıda yer verdiğim sözü bu açıdan sanatçıyı üretimi açısından ayıran, ama hakkını korumaktan alıkoymayan bir bakış açısı sunuyor. Sanırım fotoğrafçı olsaydı ‘Para için fotoğraf çekmek istemem, ama fotoğraflarım için para ödenmesini isterim’ diyeceğini varsaymak yanlış olmaz.
Üretimin doğrudan para ya da satış odaklı olarak yapılmıyor oluşu ‘sanat alanı’nı Frankfurt okulunun ünlü ‘Kültür Endüstrisi’ kavramından ayıran bir mihenk taşı gibi görülebilir. Kültür Endüstrisi kabaca kitleler için, kitlelerden bağımsız olarak kolay tüketilecek kültür ürünlerinin üretilip pazarlanmasını kapsar (çoğu televizyon dizisi ya da pop müzik albümü bu tür bir üretimin tipik örnekleridir); sanatçının ise kimi zaman basitçe söze dökülemese de hep bir ‘meramı’ vardır. O her şeyden önce meramını anlatmak ister. Ama yaşayabilmesi için üretiminin bugünkü dünya şartlarında bir satış değerine dönüşebilmesi gerekir. Dolayısıyla doğrudan para için fotoğraf çekmeyen fotoğrafçı bu işe gerçekten zamanını harcadığına göre fotoğraflarının para etmesini ummak ya da talep etmek durumundadır.
Böylece satış kavramına geldik. Evet, bir mesai ayrılarak profesyonelce fotoğraf üretilebilmesi için fotoğrafların satılabiliyor olması gereklidir. Bir ürünün satılabilmesi için onun alıcılarca da kabul edilecek bir değerinin ya da fiyatının belirlenebilmesi gerekir. Bu açıdan iki değerden söz edilebilir: değişim değerive kullanım değeri. Değişim (ya da alış veriş) değeri için kabaca herhangi bir an için ürünün etiketinde yazan fiyattır denebilir, bu değer ilgili bir kişinin o ürünle ilgili öngördüğü kullanım değeri (fayda) ile eşit ya da altında olduğu sürece ürünün satılması beklenir. Bu tüm alışverişler için geçerlidir, elbette kapitalizmin yapısı gereği neredeyse metafizik bir olgu gibi objenin etrafını saran, görüşü bulanıklaştıran meta fetişizminin o parlak haresini göz ardı etmemek gerekir.
Tüketim toplumu üzerine kafa yoran düşünürlerden Baudrillard, Marx’ın analizlerinde kullanmış olduğu değişim ve kullanım değerlerinin bugün yeni bir değer olan ‘gösterge’ değerine dönüşmekte olduğunu vurgulamıştır.Özetlersek herhangi bir objenin kullanım değeri bize sağladığı yararı, değişim değeri ise alışverişle ortaya çıkan ticari değerini ifade eder. Gösterge değeri ise bireyin o objeye sahip olmak ya da tüketmekle kendisine sağladığı prestij ve duygu durumu ile ilgilidir. Basit bir örnekle (Baudrillard’ın benzer örneğinden yola çıkarak) hafta sonu gezmesi için yola koyulan bir ailenin bu amaçla kocaman bir arazi aracına, bir Murat 124’e ya da bir Volkswagen Beetle’a binmesi çok farklı gösterge değerlerinin ortaya çıkması demektir. Örnekteki komşuların araca göre değişen bakışlarını hayal ederek gösterge değerine şaka yollu ‘gösteriş değeri’ de denebileceğini söyleyelim. Ama konu bu kadar basit değildir, farklı arabalara sahip olmak (hatta sadece içlerinde oturuyor olmak bile) kişilerde ürünün fiyatını da etkileyen farklı duygu durumları yaratacaktır. Fotoğraf makineli örnekleri de siz uydurabilirsiniz, eğlenceli olabilir.
Fotoğrafların satışı konusuna geri dönersek bir alışverişin olabilmesi, bir fiyatın tanımlanabilmesi için bir galerinin sergilediği sanat fotoğrafı için alıcı namzetleri nezdinde bir kullanım değeri ya da bu değeri de içerebilecek bir gösterge değeri oluşması gerekir. Başka bir ifadeyle alıcı fotoğrafa bakmaktan sanatsal bir haz duyacak ve/veya evinde bir sanat fotoğrafının asılı olmasının kendisine prestij kazandırdığına inanacak ve bu iki durumun yaygınlaşmasıyla bir fiyat oluşacaktır. Bu iki durumun varlığı söz konusu fotoğrafın zaman içerisinde daha yüksek bir fiyatla el değiştirir hale gelebileceği varsayımını da ciddiye alınır kılmaktadır. Fotoğrafı satan galeri iki yoldan birini seçebilir: sınırlı bir edisyon oluşturarak kalıcı ve geleceğe dönük artması beklenecek bir fiyat ve varsayılan yüksek bir prestij, ya da sınırsız sayıda düşük fiyatlı kopyayla olabilecek en çok alıcıya ulaşmak. Birinin diğerine oranla daha asil ya da daha demokratik olduğunu iddia etmek bana çok anlamlı gelmiyor, çünkü bir fotoğraf sınırlı edisyon olarak da satılsa hala görünürdür ya da tıpkı paha biçilmez tablolarda olduğu gibi çok ucuza bir ofset baskı postere vs. dönüştürülmesi mümkündür. Bu açıdan başlığın hemen altında yer alan Gursky’nin ’99 Cents’i 3,34 Milyon Dolarlık rekor satış fiyatıyla el değiştirmesine rağmen web üzerinen poster olarak da satın alınabilmesi açısından ilginç bir örnek oluşturmaktadır). Durum itibarıyla açık olan hangi yol seçilirse seçilsin fotoğraf satışının fotoğrafçı ve galeri açısından anlamlı bir getiri yaratmaktaki yaygın yetersizliğidir. Fotoğraf sanıldığının aksine oldukça pahalıya mal olan bir şeydir, ciddi bir fotoğrafçının galeride sergilenerek satılabilir olarak göreceği türden fotoğraflarının sayısı oldukça kısıtlıdır, eğer sanat fotoğrafçılığı gerçek bir meslek olacaksa bu sınırlı sayıda fotoğraf karesinin galeriyi yaşattığı gibi fotoğrafçı için de anlamlı bir gelir sağlaması beklenmelidir. Bugün sanat fotoğrafçılığı göz önüne alınırsa durumun başlığımızı süsleyen Gursky gibi bambaşka tartışmaların konusu olabilecek nadir örnekler hariç böyle olmadığı görülebilir.
Peki fotoğraf malzemeleri bu kadar çok satılırken ve ortalıkta bu kadar çok fotoğraf sever varken fotoğraflar niye yeterince satılamamaktadır? Teknolojinin getirdiği varsayılan kimi kolaylıkların fotoğrafın kolayca üretilebilir bir şey olduğu yanılgısını yarattığı, herkesin ‘fotoğrafçı olduğu’ dolayısıyla bu yanılgıdan kurtulunmadan kimsenin fotoğrafçı olamayacağı söylenebilir. Bu yanılgının sadece ülkemize özgü olmadığını düşünüyorum. Filanca markanın yeni çıkan modelini alıp fotoğrafçılık maceralarına girişmenin, bir fotoğraf satın almayı konu dışı bıraktığı bir düşünce biçimi amatör fotoğrafçılar arasında oldukça yaygındır. Baudrillard’ın terimini ödünç alırsak genel anlamda boyna asılan filanca marka makinenin gösterge değeri, duvara asılacak filanca fotoğrafçının çalışmasından beklenecek gösterge değerine yeğlenir gibi gözükmektedir, üstelik işin ucunda ‘bedavadan iyi bir fotoğraf çekme ihtimali’ de göz kırpmaktadır. Oysa fotoğraf çekmek ve satın almak tıpkı şarkı söylemeyi sevmek ve müzik albümleri satın almak örneğindeki gibi ayrı konulardır ve bir kişi pekala ikisini birden yapabilir.
Özetle fotoğrafla ilgili tüketimin fotoğraf makineleri ve aksesuarlarının içine hapsolmasından söz edebiliriz. Bu durum sanata para harcamanın orta sınıflar için daha da uzak gözüktüğü ülkemizde oldukça belirgindir. Bu algıyı değiştirmek, ayakta kalmakta zorlanan galerilerin, fotoğraf kitabı yayımcılarının kısıtlı imkan ve çabalarıyla başarılabilecek gibi durmamaktadır. Gereken bir takım algıları dönüştürerek yeni bir kültür ikliminin kapısını aralamaktır. Bunu kim başarabilir? Böylesi bir çabayı fotoğraf makinesi üreticilerinden beklemek pek gerçekçi gözükmemektedir; halkla ilişkiler / reklam faaliyetleri kapsamında galeri de açsalar satılmasını teşvik edecekleri şey ürettikleri makineler, objektifler vs. dir. Galerilerdeki sergiler markalarının gösterge değerini yükseltmeye yarar ancak; amaç fotoğraf satışı değil, makine satışıdır. Acı ama gerçek, kapitalist dünyada hiçbir şirketi gelirlerini sağladığı alan dışında yeterince çabalamadığı için eleştirmenize izin vermezler, eleştirseniz de ne yönetim kurulu ne de büyük ya da küçük hissedarlar sizi ciddiye alacaktır…
Sanata ilginin artırılmasında elbette özel sektörün yapabilecekleri vardır, bir galeriye destek olunması, bir kitabın ya da fotoğraf festivalinin sponsorluğu gibi. Bu tür faaliyetlerde kamu yararıyla halkla ilişkiler/reklamcılık faaliyetlerinin başka şeyler olmasından doğan çelişkileri görürüz: bir bankadan kapitalizm eleştirisine destek beklemek gerçekçi değildir, çevreyi kirleten bir sanayi kuruluşunun çevreciliğe katkısı göstermelik ve ancak kendi imajını temiz tutmakla ilgili olacaktır. Amaç esas olarak markanın gösterge değerini artırmak olduğuna göre desteklenen projelerin filtrelenmesi ve gerektiğinde içlerinin boşaltılması riski kaçınılmazdır. Örnekler her alanda kolayca çoğaltılabilir.
Kısa vadede karlılık içermeyen ama topluma fayda sağlayan faaliyetlerin devletçe desteklenmesini talep etmek dinozorluk sayılmamalı. Elbette içeriği özgür bırakabilecek kadar olgun ve hedefini nitelik ve nicelik açısından sanat üretimini teşvik edecek bir kültür iklimi yaratmak olarak belirleyebilecek öngörüde bir devletten bahsediyorum. Sanat ürününün tüm sınıflar için geçerli olabilecek yükselen bir gösterge değerine kavuşması, örneğin bir fotoğraf baskısının markalı bir kot pantolon ya da spor ayakkabısından değersiz olamayacağının kabulü hiç olmazsa bugün için fotoğrafçılığın sürdürülebilirliği açısından önemlidir. Bu anlayış değişimi fotoğraf dışındaki alanlarda da hızlı bir gelişmenin önünü açabilir. Daha derinlikli bir sanat ilişkisi/tüketimi tüm toplum için samimiyetle hedeflenirse devlet için eğitim, teşvikler vs. için harcanacak rakam hiç şüphesiz herhangi bir orta ölçekli inşaat projesinin bütçesinin yanında çok önemsiz kalacaktır.
Belki mütevazı bir başlangıç olarak gerçek bir sanatsever olan kültür bakanı bir cumartesi sabahı uluslararası bir piyano yarışmasına hazırlanan gençlerin konser provasını izleyip moral vermek için uğradığı AKM’den çıkışta, Taksim çevresindeki birkaç galeriye uğrayıp kahve içip sohbet etse ve bu tür ziyaretleri basının konusu olabilse, hatta arada bir konsolosluklar ve kimi devlet daireleri için galerilerden alışveriş yapılmasını teşvik etse acaba bunun kültür iklimimize bir katkısı olur muydu? AKM neredeyse on yıldır çürüyor mu dediniz? Ben kültür bakanı kim, biliyor muyum? Tabi, tabi, anlıyorum, Taksim’in hali de malum…
Erhan Şermet, Şubat 2017