
Genel yazılarımın dışına çıkarak bir şeyler anlatmak istiyorum. Amaç gündemin peşine takılıp biraz daha tık almak değil, zaten yazılarımın çok fazla okuyucusu olduğunu da sanmıyorum. Ancak sayfamızın amacı “İşin Aslı” ise, sıkışık bakışları açıp biraz daha geniş kapsamlı düşünmeye yönlendirebilmek istiyorum. En azından “bakın şu açılar da var” diyebilmek ve farklı bilgiler sunabilmek amacındayım.
Duymamış olmanız mümkün değil. Emine Bulut adındaki bir vatandaşımız, çocuğunun gözleri önünde boğazı kesilerek öldürüldü. Çevredeki vatandaşlar buna müdahele etmedi, birisi de kendisinin son zamanlarını kameraya çekerek internette yayınladı. Bunun üstüne de bir anda internet üzerinde konuyla ilgili yaygara kopmaya başladı. İnternet artık “sosyal medya siteleri”nden ibaret hale geldi bizim için. Trend olan ne varsa, sadece onun peşine takılıp, hayatımızı da ona göre yaşadığımız bir ortam halini aldı.
Günümüzde dünya çapında Kadın Hakları iki ayrı açıdan ilerliyor. Birincisi, Amerika’da medya tarafından destekli ve solcu siyasetçilerin körüklediği tartışmalar ve değişim talepleri. İkincisi, Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kadınların çektiği acılar ve sıkıntılar.
Birinci açıya çok fazla girmek istemiyorum, bizim konumuzun dışında, ayrı bir yazı gerektirebilecek genişlikte olaylar. Her ne kadar Amerika merkezli siyasetler olmasına rağmen, Türkiye’ye de belirli kültürel ve ekonomik koşullara sahip kesimlerin üzerinden girmiş durumda birkaç senedir. Third Wave Feminism veya Fourth Wave Feminism diye adlandırılan siyasi akımlar bunlar. Kadınlara hangi konularda pozitif ayrımcılık yapılmalı, erkeğin önde olduğu alanlarda kadınlara nasıl avantajlar sağlanmalı gibi tartışmalar bu cephede yer alıyor.
İkinci açı ise Ortadoğu coğrafyasında yaşayan kadınların “nasıl hayatta kalabiliriz” sorusuna dayanıyor. Hindistan’ın Haryana ve Gajipur gibi yerlerinde tecavüzleri sıradanlaştıran kültürel eğilimler ve törelere karşı direnen kadınları içeriyor. Afganistan’da “kuran yaktı” iddiasıyla halk tarafından linç edilen Farkhunda Malikzada’nın cenazesini taşıyan cesur kadınları içeriyor.
Emine Bulut cinayeti de tabii ki ikinci cephede yer alıyor.
Peki Ortadoğu ve çevresindeki kadınlar ve çocuklar neden bu sıkıntıları yaşıyor? Bu töre ve gelenek dayatmaları nereden kaynaklanıyor? Kadınlar neden bu baskı kültürü altında yaşamak zorunda kalıyor? Biraz o kısımdan bahsedelim.
İslam’ın yayılışından sonraki dönem, Arap coğrafyası için pozitif bazı gelişmeler sağlamıştır. 786 yılında Abbasi Halifeliği’nin yönetimiyle başlayarak, “İslam’ın Altın Çağı” yaşanmıştır. Bilimsel, kültürel ve ekonomik alanlarda yükselişe geçildiği, modern bilim için dahi öneme sahip gelişmelerin ve araştırmaların yaşandığı bir dönemdi. 1258 yılında Bağdat’ın Moğollar tarafından istilasına kadar devam etmiştir. Avrupa’nın 476 ve 800 yılları arasında (ya da daha genel olarak 500 – 1000 arası) süren Karanlık Çağ dönemini ve bu sırada demografik, kültürel ve ekonomik çöküntü yaşadığını düşünürsek, medeniyet tarihinde İslam’ın Altın Çağı ayrı bir öneme sahip oluyor.
Avrupa’da 1300 – 1600 yılları arasında Rönesans, 1517 – 1648 yılları arasında Reform, 1789 – 1799 yılları arasında Fransız İhtilali yaşanmıştır ve bu olaylar Avrupa’daki özgürlük ve ekonomi konusundaki düşünceleri ve siyasetleri de baştan aşağıya değiştirmiştir. Ancak İslam dünyasının Altın Çağın bitişiyle bozulmaya başlaması ve bu değişikliklerden kopuk yaşaması, bu coğrafyada yaşayanların geriye gitmesine neden olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun 1579 yılında Duraklama Dönemi’ne, 1699 yılında Gerileme Dönemi’ne girmesi, bu coğrafyayı da etkilemiştir.
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu yıllarda, tüm bu tarihsel süreçleri ve etkileri göz önüne alarak kültürel ve ekonomik özgürlük konularına ağırlık vermiştir. Hakimiyeti geleneklerden ve dinden alıp millete vermiştir: “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir”. Kendisinin bile dogmaya dönüştürülmemesi ve bilimi takip etmemizi vurgulamıştır: “Ben, manevî miras olarak hiçbir âyet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır”. Kadınla erkeğin eşit haklara sahip olmadığı sürece toplumun ilerleyemeyeceğini belirtmiştir: “İnsan topluluğu kadın ve erkek denilen iki cins insandan mürekkeptir. Kabil midir ki, bu kütlenin bir parçasını ilerletelim, ötekini ihmal edelim de kütlenin bütünlüğü ilerleyebilsin? Mümkün müdür ki, bir cismin yarısı toprağa zincirlerle bağlı kaldıkça öteki kısmı göklere yükselebilsin?”
Atatürk’ün ölümünün ardından, Atatürk’ün söylemlerini devam ettirmek ve ilkelerini halka yayabilmek için uğraşan bazı kişiler oldu, bu kişilerden başında Hasan Âli Yücel geliyor. Kendisi, İsmail Hakkı Tonguç’un çabalarıyla Köy Enstitüleri kurmaya başlamış ve 1940 ile 1946 arasında köylülerimiz için önemli bir değişimin kapılarını aralamıştır. Osmanlı tarafından ihmal edilen ve ötekileştirilen Anadolu köylerinde zeki çocukların düzgün eğitim alabilmeleri ve bu eğitimi halka geri sunabilmeleri amaçlanmıştır. Bu 6 sene içerisinde 15.000 dönüş tarla tarıma elverişli hale getirilmiş, 750.000 yeni fidan dikilmiş ve 1.200 dönüm bağ oluşturulmuş. Öğretmenler evleri, uygulama okulları, ahırlar, elektrik santralleri, sulama kanalları, Köy Enstitüleri’nin ülkeye diğer kazançları olmuştur.
Her şey böyle güzel giderken, 1945 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle, Amerika Birleşik Devletleri’nin yanına geçmek zorunda kalmışız. Bu dönem, ABD’nin SSCB ile savaşabilmesi için Avrupa üzerinde anti-komünist aşırı devletçi kişi ve grupları siyasette etkin kılmaya çalıştığı yıllardır. Bir hızla, Köy Enstitüleri gibi bizim ülkeye fayda sağlayan değişimleri “Soyvet sistemlerine benziyor” diyerek kaldırılmasını talep ediyorlar. Sonuç malum, 1946 yılında Köy Enstitüleri’nin işlevini yitirecek değişikler gerçekleştiriliyor ve 1954 yılında tamamiyle kapatılıyorlar. Ve bu da, devletin olanaklarını kullanarak köylüleri sömüren siyasetlerin kucağına atıyor bizleri.
1950’den itibaren, köylüye “ucuz iş gücü” gözüyle bakan bir sosyal ve ekonomik dayatma içine giriyoruz. 1927 – 1950 yılları arasında %75 olan köy nüfusu, 2009’a geldiğimizde %32’e kadar düşüyor. Köyler ve köylüler kasten fakir ve yoksul bırakılıyor. “İstanbul’un taşı toprağı altındır” diyerek kafalara belirli mesajlar çakılıyor. Köylüler, gerekli eğitimi almadan, kent kültürüne ve kent yaşantısına adapte olmadan, kentlinin ortasına bırakılıyor. Bu da günümüzde “varoş” denilen kesimleri suni biçimde yaratmış oluyor. Köylerde ise refah seviyesinin düşmesi, terör ve kan davalarının artması gibi sonuçlar doğuruyor. Köyden kente göç modası, hem kentlerde hem köylerde ciddi sorunların artmasına neden oluyor. (Konuyla ilgili daha detaylı bir yazı için: https://bilimdili.com/toplum/1950lerden-gunumuze-kirdan-kente-ic-gocun-belli-basli-nedenleri-sonuclari/ )
Bu anlattıklarımı düşünerek Emine Bulut olayına bakalım. Emine Bulut cinayeti için herkes “kadın hakları sorunudur” diyor. Gerçekten kadın hakları sorunu mudur? Ben böyle düşünmüyorum. Türkiye’de sistem baştan aşağı bozuk ve Emine Bulut gibi kadınların başına gelen de, bu sistemin sonuçlarından sadece biridir.
80’lerde ve 90’larda okuduğum gazetelerin “üçüncü sayfa haberlerini” hatırlıyorum. Şu kadın evlenmek istemediği için öldürülmüş, bu erkek kan davası yüzünden öldürülmüş, o çocuk tecavüze uğramış gibi konular. Ancak aşiretlerin bu geri kalmış kültürel yapısının değişmesini ve 2000’ler geleceğine bu sorunlar olmadan girmek gibi bir umudumuz da vardı. “Kan Davası” geleneğinin bitmesi için çok uğraşılmıştı.
Günümüzde en çok tartışılan haberlerin başında, kadın ölümleri ve çocuk tecavüzleri geliyor. O umut ettiğimiz geleceğe varamadığımızı görüyoruz. Bunların birkaç önemli nedeni var ve hepsinin ayrı ayrı tartışılması ve çözülmesi gereken unsurlar. İstatiklere göre, köy nüfus oranları 1970’de %71, 1990’da %49, 2009’da %30, 2013’te %13 olarak hesaplanmış. Zorla geri bırakılmış köylülerin geri kalmış töre ve adetleri, yaşadığımız büyük kentlerde sokak aralarımıza kadar sızmış durumda. Köyler boşalıyor ve beraberinde şiddet kültürünü de getiriyor. Bu değişim, Türkiye Cumhuriyeti’nde iktidarda bulunan siyasetçilerin de işine yaradığı için gözardı ediliyor.
1977’de Yeşil Kuşak Projesi ve 1980’de Kenan Evren ile Türkiye Cumhuriyeti üstünde İslamlaştırılma politikaları uygulanmaya başlanıyor. Bu düzen, Anadolu’daki halkın asırlardır benimsediği, dili Yunus ve yaşantısı Bektaşiliğe benzeyen İslam yorumu değil. Arapların dekorlarını alıp, Emevi Sünniliği, Vahhabi gelenekleri ve Selefilik ile birleştirip Türkiye’ye getirdiler. Sağ siyasi partiler İmam Hatip okullarını arka bahçeleri gibi kullandılar ve şeriatçı grupları desteklediler. Fetullahçı organizasyonlar uzun süre devletin önemli kademelerinde yer aldılar, şimdi onların yerini Menzil tarikatından insanlar doldurmaya başladı. Bu tuhaf İslam yorumu, Türkiye’de doğanın katledilmesini hak gören, kadını görmezden gelen ve tecavüzleri sıradan sayan yeni bir çeşit ahlak yapısı anlamına geliyor.
Türkiye bir süredir çok yoğun ve sistematik bir baskı altında uçuruma sürüklenmeye devam ediyor. Türkiye’de akademik hayat katlediliyor, tezlerin üçte birinden fazlasında ağır intihal suçuna rastlanıyor ve düzgün akademisyenler de yurtdışına sürgün ediliyor. IŞİD’in bombacısı daha ilk duruşmada “kaçma ve delilleri karartma şüphesinin bulunmayışı” gerekçesiyle serbest bırakılıyor. Öte yandan Ahmet Şık gibi muhalif isimler “kaçma ve delilleri karartma şüphesi” bahanesiyle yüzlerce gün tutuklu kalıyor. Ankara’da Gar önündeki katliamı yapan teröristlerin “canlı bomba” listesinde yer aldığı ama takip edilip yakalanmadığı ortaya çıkınca başbakanın çıkıp “Eylem yapmadan yakalayamayız” diyebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Ama aynı ülkede belediye otobüsünde cep telefonundan haber okuyan Deniz Aktaş, sadece bu gerekçeyle tutuklanabiliyor. Bir kadın, bindiği minibüste “Ramazan’da mini etek giydiği” gerekçesiyle yumruklu saldırıya uğruyor ve gözaltına alınan saldırgan serbest bırakılıyor. Organize suç örgütü liderliğinden hüküm giymiş olan Sedat Peker, akademisyenlere yönelik “oluk oluk kan akıtacağız ve akan kanlarınızla duş alacağız” tehditinde bulunabiliyor ama yargı süreci kendisine işlemiyor. Öte yandan Metin Akpınar için hızlı bir şekilde “halkı kin ve isyana teşvik” kararı alınıp tutuklanabiliyor.
Türkiye çok tuhaf bir ülke. Kağıt üstünde çok demokratik ve özgürlükçü bir ülkeyiz. Anayasamızda bile çok önemli maddeler yer alıyor. Ama bırakın iktidardaki partiyi, yargı birimleri bile bu yasaları kafasına bile takmadan tamamen keyfi kararlar verebiliyor. Hakimi ve savcıyı ayarlayan kişi, yargı üstünde mutlak güce kavuşuyor. Senin birey olarak itiraz edebileceğin bir yer zaten yok, halk da sadece uzaktan izleyip “bu da gelir bu da geçer” diye kendi kendine avunmayı tercih ediyor. Sistemlerin bu hale gelmesi, Türkiye’de yaşayan her vatandaşın çileli bir hayat yaşamasına neden oluyor. Ama sıkıntının en büyüğü de kadınların üstüne binmiş durumda.
Emine Bulut cinayeti ilk değil, son da olmayacak. Mayıs 2018’de Şule Çet cinayeti var. Olayın örtbas edilmesi için Ekşi Sözlük dahi mahkemenin kararıyla sansüre uğruyor. Nisan 2018’de Rabia Naz Vatan cinayeti var. Olay örtbas edilmesi için deliller karartılmış, kamera kayıtlarına bakılmamış, görgü tanıklarına başvurulmamış. Haziran 2018’de Eylül Yağlıkara cinayeti, Şubat 2015’te Özgecan Aslan cinayeti, Mart 2009’da Münevver Karabulut cinayeti… Daha çok var elbet, ama hepsi birer isim olarak kalacak ve tek tek unutacağız.
Kadına şiddet. Çocuğa şiddet. Hayvana şiddet. Yetmedi, doğaya karşı bile şiddet. Devlet yetkilileri umursamaz davranıyor. İnsanların tepkisi daha da artıyor. İçimizdeki duyguları sosyal medyada yakın çevremize bağırmak, WhatsApp üzerinden fotoğraf ve video paylaşmakla gideriyoruz. Bazılarımız bu sayede takipçi kasıp ekmeğinin peşinden koşuyor. İki üç gün bağırıp çağırıyoruz, sonra unutup keyfimize bakmaya devam ediyoruz. Ama bahsettiğim sistem aynı sistem. Yerinde duruyor. Sosyal medyada bir oy da biz kullandığımız için içimiz rahat, biz görevimizi yerine getirdiğimizi sanıyoruz. Ama hiçbir şey değişmiyor. Bugün Emine Bulut, yarın bir başkası. Bizim için bu ölümler sosyal medyada haykırıp resim paylaşmaktan ibaret. Peki ya içinde bulunduğumuz sistem? Kimin umrunda!
Devlet yetkililerin de keyfi yerinde. Kimse onlardan hesap sormuyor, soramıyor. “Anası tecavüze uğruyorsa neden çocuk ölsün, anası ölsün” diyen Melih Gökçek. Münevver Karabulut cinayeti hakkında “yalnız bırakılan ya davulcuya ya zurnacıya” diyen Tayyip Erdoğan. “Medya olayları abartıyor, kadına yönelik şiddet algıda seçicilik” diyen Fatma Şahin. “Kadınlar iş aradığı için işsizlik yüksek” diyen Mehmet Şimşek. “Hamile kadının sokakta dolaşması terbiyesizliktir” diyen Ömer Tuğrul İnançer. Sorunları çözmesi gereken ve kanunları yerine getirmesi gereken devlet yetkilileri, bu tarz demeçler verip, bahsettiğim şiddet kültürünü ve geri kalmış köylü geleneklerini yüceltmeye ve devlet tarafından muteber hale getirmeye devam ediyorlar.
Emine Bulut, sadece bir kadın hakları sorunu değildir. Emine Bulut, sadece kadına yönelik şiddet sorunu da değildir. Emine Bulut, içine girdiğimiz bataklığın kurbanlarından sadece biridir. Elimizde kanunlar var, elimizde anayasamız var, ama devlet eliyle bu kanunlar ihlal ediliyor. Halk olarak buna itiraz edip düzeltmek için uğraşmak yerine, geçici toplumsal patlamalarla kendi gazımızı almayı tercih ediyoruz. Birkaç gün boyunca Facebook, Instagram, Twitter, WhatsApp resimler, yazılar, paylaşıp katili lanetleyeceğiz. Bağırıp çağıracağız. Sonra? Sonrası yok. Susup oturup hayatımıza devam edeceğiz. Unutacağız.
Sosyal medyanın yaygınlaşması, bu olayları daha çabuk duymamızı ve öğrenmemizi sağlıyor. Öfkemiz bir anda patlıyor ve aynı hızla sönüyor. Her olayın sonrasında birileri çıkıp “İdam cezası geri gelsin” diye bağırıp çağırmaya başlıyor. Sosyal medya goygoyuna binen kişiler, idam cezası talebini kendince haklı göstermeye çabalıyor. “Kızının önünde annesinin boğazını kesenler için gelsin” deniyor mesela, sanırsın ülkede buna yönelik yasa veya koruyucu kanun yoktu da, kendisinin idam cezası talebi onaylandığı zaman cinayetler olmayacak.
Farkında değiliz. Nasıl bir ülkede yaşadığımızın farkında değiliz. Neyi talep ettiğimizin bile farkında değiliz. Ne dediğimizin hiç farkında değiliz. Bağırış çağırış ve kuru goygoyun arasında birileri sesini duyurmaya çalışıyor. İdam cezasının dünya genelinde ne gibi sorunlar yarattığını ve hangi gerekçelerle kaldırıldığını bilmeyen insanlar, çok kolay bir şekilde idam cezasını geri isteyebiliyor. Küçük duygusal tatminler yaşayabilmek ve cinayeti işleyenin kanının akması ve bu sayede intikam hırsının tatmin olması uğruna, kendisine zararı dokunabilecek bir yöntemin uygulamaya sokulmasını kabullenebiliyor.
Adalet sistemi öncelikle adil olmalıdır. Adalet ve yargı üzerinde yapılacak değişiklikler hassas konulardır. Her olay sonrası gaza gelme sevdamızdan doğan tatmin isteği uğruna sonumuzu düşünmeden hareket ediyoruz. Devletten hesap sormaya gelince tembel, duygusal tatmin konularında tezcanlı davranan bir milletiz. Ergenekon davalarında yargısal süreçlerin nasıl hatalı kullanılabildiğini ve suistimal edilebildiğini görmemize rağmen, ısrarla idam ve hadım gibi geri dönüşü olmayan yaptırımları savunanları anlamıyorum, anlayabileceğimi de sanmıyorum.
Çağdışı kalmış kültürlerin ve geleneklerin çözümü, çağdışı kalmış yaptırımları talep etmek olmamalı. Sosyal medyayı kullanabilecek kadar aklımız çalışıyorsa, basit duygusal hezeyanlar yerine daha mantıksal çözümlere yönelmeliyiz.
Peki çözüm nedir? Emine Bulut cinayeti olayları gibi nasıl engelleyebiliriz? Öncelikle yazının başından beri anlattığım tarihsel süreçleri ve ülke gerçeklerini aklımızdan çıkartmamalı ve her zaman hatırlamalıyız. Ülkenin sorunlarını çözebilmek için, sorunların ne olduğunu tam anlamıyla kavramak ve öğrenmemiz gerekiyor. Bundan sonra, varolan yasaların ve anayasanın uygulanması ve buna aykırı hareket eden devlet görevlilerin işinden alınmasını talep etmemiz gerekiyor.
Anayasamızın 10. maddesinde “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir. Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür. Bu maksatla alınacak tedbirler eşitlik ilkesine aykırı olarak yorumlanamaz.” yazmaktadır. Yani devletin ve devlet birimlerinin, gerektiğinde kadınları koruyabilmek uğruna pozitif ayrımcılık yapma görevi bulunuyor zaten. Kadınları erkeklerden ayıran veya kadını erkeklerden aşağı gören söylemlerde bulunan siyasetçiler de, anayasaya karşı suç işlemiş olmakta. Anayasanın uygulanması, devlet yetkililerin kendine çeki düzen vermesi ve yargı birimlerin bu kurallara uymasını talep etmek de bizim görevimiz ve sorumluluğumuzda bulunuyor. 6284 numaralı kanun, kadınlar için çok büyük bir güvence. İstanbul Sözleşmesi de ayrı bir öneme sahiptir. Her kadının ikisini de okuyup, pratikte uygulanması için uğraşması gerekiyor.
Kanunlar, uygulanmadıktan sonra hiçbir anlam ifade etmez. Elimizde çok önemli kanunlar var, biz bunları bırakıp idamla her şeyi çözeceğimizi sanıyoruz. Öyle bir dünya yok. Boşa hayal kurmaya ve fantezi dünyası peşinde koşmaya gerek yok. Öncelikle önümüzdekileri sonuna kadar zorlamak zorundayız. Bu bizim sorumluluğumuzda. Tabii ki kanunlar da tek başına her şeyin çözümü değil. Yaşadığımız şiddet toplumunun iki nedeni var, biri cehalet ise diğeri de sefalet. İkisinin yokluğu, toplumda mutsuzluğu, huzursuzluğu ve nefreti arttırır. Böyle toplumlarda kavga, cinayet, terör olayları artış gösterir. Bunu engellemenin yolu da toplumun refah seviyesini arttırmaktır. Köy Enstitüleri bu açıdan ayrı bir öneme sahiptir. Köylüyü büyük kentlere göç etmeye zorlayan sistemi kırmak, onun yerine köyünde çalışabilmesini sağlamamız lazım. Kentler ihtiyacından fazla insan nüfusuna sahip durumda. Bunun için gerekirse Köy Enstitülerini geri açabiliriz.
Emine Bulut olayına çok üzüldüğümüzü biliyorum. Çoğumuzun içi yanıyor, bunun da farkındayım. Ancak Emine Bulut’un bizim için sosyal medyadan ibaret kalmaması gerekiyor. Başka bir isim olarak düşünüp onu da kenara atmamalıyız. Eğer gerçekten üzülüyorsak ve olaylardan vicdan azabı hissediyorsak, o zaman sorumluluğu kendi elimize almaya başlamalıyız. Geçici heyecanlar ve gazlamalardan ziyade, sağlam ve düzgün çözümlerle ilgilenmek zorundayız. Bunu yapmak bize zor gelecektir, farkındayım, ama yapmak zorundayız.