
29 Ekim Cumhuriyet Bayramı’nızı kutlarım. Ancak kuru kuru bir kutlama olsun istemedim. Devlete bağlı olduğunu zannettiğimiz Diyanet gibi kurumların Cumhuriyetimize ve onu kuran Atatürk’e sırtını döndüğü bir zamanda yaşıyoruz. Bazı kişilerin tarihi çarptırarak halkın kafasını yıkadıklarına şahit oluyoruz. O zaman, bu bayramı bazı iddialara (ya da iftira diyelim) cevap vererek kutlayalım.
– Cumhuriyet Yerine Şeriatla Yönetilsek Daha İyi Değil Mi?
Şöyle bir tarih dersi özeti geçelim. İlk Çağ (Ancient Age), yazının icadından (MÖ 3200-3000 yılları) başlar. Orta Çağ (Medieval Age), Roma İmparatorluğu’nun Çöküşü (MS 476) veya Kavimler Göçü (MS 375) ile başlar. Yeni Çağ (Modern Age), Columbus’un Amerika kıtasını keşfi (1492) veya İstanbul’un Fethi (1453) ile başlar. Yakın Çağ (Contemporary Age) için tek bir başlangıç tarihi vardır: Fransız İhtilali (1789). Ancak Fransız İhtilali’nden önce, Fransız İhtilali’ne de yol göstermiş ve Fransız İhtilali’nden bile önemli sayabileceğimiz Amerikan Devrimi (1765-1783), öğrenmemiz gereken bir dönemdir.
Thomas Hobbes’un 1651’de çıkardığı Leviathan kitabı, John Locke’un 1689’da bastığı kitapları, Jean-Jacques Rousseau’nun 1754’te yazdığı Discourse on Inequality (İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temelleri Üzerine) ve 1762’de yazdığı The Social Contract (Toplumsal Sözleşme) kitapları, Diderot, Hume, Kant, Montesquieu, Adam Smith, Voltaire, Francis Bacon’ın kitapları derken, Avrupa toplumları arasında bir uyanışın başladığını ve liberal düşüncelerin arttığını görüyoruz. Isaac Newton’un 1687’de yazdığı Principia Mathematica ile başlayıp, 1789 Fransız İhtilali’ne kadar süren bu döneme “Aydınlanma Çağı” deniyor. İnsanların krallıklara, krallara, kiliselere, baskıcı otoritelere karşı geldiğini ve halk yönetiminin öne çıktığını görüyoruz.
Bu dönemin ilk etkisi Amerika’da yaşanıyor. Kıtaya gönderilen koloniler, İngiltere’nin baskıcı yönetimine ve ağır vergilerine karşı isyan ediyor, ve 1776 yılında bağımsızlıklarını ilan ediyorlar. John Adams, Benjamin Franklin, Alexander Hamilton, John Jay, Thomas Jefferson, James Madison ve George Washington liderliğinde ABD’yi inşaa etmeye başlıyorlar. Bunun da etkisiyle Fransa’da 1789-1799 yılları arasında Fransız İhtilali yaşanıyor. Emperyalist monarşi yönetimleri ve soyluların çarpık vergi anlayışlarına karşı, adalet, özgürlük ve eşitlik sloganları yükseliyor. 1800’lü yıllardan itibaren İmparator ve Kralların dönemi bitmiş, demokratik, liberal, halkçı devletlerin dönemi başlamıştır. Özellikle 1914-1950 yılları arasında Avrupa’da, monarşiler yıkılıp yerlerine cumhuriyetler geçmiştir.
Avrupa bir Aydınlanma Çağı geçirirken, Anadolu’daki durum çok iç açıcı değildi. Osmanlı İmparatorluğu, Anadolu halkının üstünde baskıcı bir şekilde duruyor ve toplumun aydınlanıp gelişmesini istemiyor, Saray’ın kölesi gibi davranmasını bekliyordu. 1699’da Gerileme Devri, 1792’de Dağılma Devri’ne giren devlet, ayakta kalabilmek için uğraşırken, halkın sırtına daha fazla yüklenmeye başladı. Toplumun isteklerine yanıt veremeyen, çağın gerekliliklerini karşılayamayan ve dünyadaki bilimsel gelişmelerden uzak kalan devlet yapısı, 1821 Yunan İsyanı gibi ayrılıklarla boğuşmak zorunda kaldı. Bu çöküşün önünü alabilmek için 1876-1878 yılları arasında Birinci Meşrutiyet Dönemi denenmiş olsa da, Aydınlanma Çağı’nın gereksinimlerini karşılamaktan ziyade İmparatorluğun devamını sağlamaya yönelik bir çaba olduğundan, başarısızlıkla sonuçlandı. İmparatorluğun dağılmasını engellemek için ortaya atılan Osmanlıcılık ideolojisi, ve milliyetçilik akımlarına karşı uygulanan İslamcılık politikaları, Birinci Meşrutiyet sonrasındaki ağır baskı yönetimine neden oldu.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Jön Türkler’in hareketleri sonucu, 1908’de İkinci Meşrutiyet dönemi başladı. Ancak bunu başlatan kişilerin de niyeti sadece İmparatorluğu kurtarmak ve Saltanatı devam ettirebilmekti. Amerikan ve Fransız Devrimlerinin içerdiği, İmparatorluklarınk kendisine karşı isyan amacı gütmüyordu. İkinci Meşrutiyet dönemi, özgürlük ve tartışma ortamlarını genişletse de, batı teknoloji ve endüstrisinin alınıp medeniyetinin ve kurumlarının alınmaması üzerine İslamcı bir bakış açısı egemendi (batının ahlaksızlığını almayalım, ama doğunun ahlaksızlığını alalım). Ayağı yere sağlam basmayan Osmanlı yönetimi, Birinci Dünya Savaşı öncesinde ve sonrasında iflas bayrağını çekmek zorunda kaldı. Osmanlı İmparatorluğu, topraklarının bölüştürülmesine izin verip, 1920’de Sevr Antlaşması’nı imzalamak dışında başka bir çözüm bulamadı.
Tüm bu tarihsel süreçlere ve toplumsal etkilerine bakarsak, Atatürk’ün “Üçüncü Meşrutiyet” dönemini başlatması ve Saltanatı devam ettirmeye çalışması tamamen beyhude bir çaba olacaktı. Birinci Dünya Savaşı sonrası, topraklarının kontrolünü yitiren Osmanlı saltanatını sadece yeni bir Meşrutiyet dönemi ile diriltmek de mantıklı adam işi değildi. Ayrıca dönemin şartları ve coğrafyanın ihtiyaçlarını düşünerek, diğer devletler gibi bizim de Cumhuriyet’e geçmemiz bir zorunluluktu. Sevr itibariyle tam anlamıyla yokolmuş Osmanlı Devleti’nin küllerinden yeni bir devlet kurulabilmesi için, doğru düzgün bir reforma ihtiyaç vardı. Bunu da yeni bir saltanat düzeniyle değil, ancak ve ancak halkın özgürlüğünü kendi kararlarıyla belirleyebilirdiği bir Anayasal Cumhuriyet’le gerçekleştirmek mümkündü.
Peki niye illa Cumhuriyet? Bir şekilde İslami İmparatorluk kurulamaz mıydı? Dönemin koşullarını bir kenara koyup izole bir devlet oluşturulamaz mıydı? Sevr ile sıkışmış olsa bile, Ankara ve İstanbul arasında bir Osmanlı Devleti’nin ne zararı vardı? Şunu vurgulamak gerekiyor, Atatürk “Ya İstiklal Ya Ölüm” lafını sadece askerlere gaz vermek için söylememişti. 1900’ların yönetim ve ekonomik koşulları, artık İmparatorlukların ve toprak ele geçirerek zengin olmanın önünü tıkıyordu. Günümüzde adında “monarşi” olan devletler bile bir meclis sistemiyle yönetilmekteler. İmparatorluk sisteminde ısrar etmek, zaten borçları altında ezilen Osmanlı’nın ekonomisini toparlayamacak anlamına gelecekti. Ayrıca bir “Aydınlanma Çağı” geçirmemiş olsa bile, Birinci Meşrutiyet ve İkinci Meşrutiyet dönemlerini yaşamış gençlerin, aydınlanma ihtiyacını gözardı etmek mümkün değildi. Çağdaş eğilimleri yansıtan çağdaş bir devlet kurulmasından başka bir çıkar yolu yoktu. Bu da, bağımsız, özgür, eşitlikçi ve halkın kendisini yönetmesine izin veren Cumhuriyet demekti.
– Biz Osmanlı Torunları Mıyız?
Abdülhamit’in zamanından kalma İslamcı-Osmanlıcı ideolojiler ve bu ideolojiler üstünden ekmek yiyenlerin sayesinde, günümüzde kendisini “Osmanlı Torunu” zanneden kişiler çoğaldı. Sağolsun, “Fesli Kadir” denilen dangalağın peşinden koşan büyük hükümet adamları da bu saçmalıkları yasal kılıf altına sokmaya çalışmakta. Ama peşinen söyleyeyim, biz (Türkiye’de yaşayanlar) Osmanlı Torunu felan değiliz.
Türkiye Devleti, devlet olarak Osmanlı Devleti’nin devamıdır. Ama tarihsel bağı dışında hiçbir bağı yoktur. Aynı tarihsel bağa sahip diğer devletlerin “torunu” olduğumuz söylenmezken, Osmanlı Torunu olduğumuzun bize dayatılması, sadece İslamcı-Osmanlıcı ideolojilerin günümüzdeki kalıntıları yüzündendir. Osmanlı, bir aile devletiydi. Bir Ankaralı olarak, kendimi “Ahiler torunu” olarak tanımlamayı tercih ederim.
Türk tarihi, Göktürk Devleti’ne (Göktürk Kağanlığı) kadar uzanır. Binlerce yıldır Orta/İç Asya’da yaşayan Türk kabilelerin kendi adıyla kurduğu ilk devlettir. Japon Denizi’nden Hazar Denizi’ne, oradan da Kafkasya’ya kadar uzanan bir bölgede hüküm sürmüşlerdir. Bu sırada hem Çin hem Fars toplumlarıyla ilişkileri olmuştur.
Göktürk Devleti yıkılmasından sonra, Semerkant ve Buhara şehirleri, Türklerin yoğunlukta yaşadığı yerler olmuştur. Timur bile Semerkant’ı başkenti olarak kullanmış ve kültür merkezi haline getirmişti.
Tolunoğulları Devleti’nden (868-905) kalma bir para sayesinde, “Tulunilerin Türkiye Devleti’nde” lafıyla karşılaşıyoruz ve bu sayede Türkiye lafının Osmanlı’dan önceye dayandığını biliyoruz. Büyük Selçuklu Devleti (1037-1194) kurulmadan önce bile, İç Anadolu, Maveraünnehir, Mısır arasındaki bölgede Türk egemenliği vardı.
Biz Osmanlı Torunları değiliz, biz Anav, Okunev, Andronovo, Hitit, Frikya, Lidya, Yenisey Kırgız, Hun, Aşina, Oğuz, Kıpçak, Avar, Göktürk, Tatar, Uygur, Abbasi, Selçuk, Anadolu Beylikleri, Timur, Memlük kültürlerinin mirasçısıyız. Türk olmak, tüm bu geçmişlerin farkında olmayı gerektirir. Zaten Atatürk de, bu zenginliğin farkına varıp, bilimsel araştırmalar için Türk Tarih Kurumu’nu kurmuştur.
Ancak aynı Türk Tarih Kurumu, Atatürk’ün Vahdettin tarafından görevlendirilmiş olduğu gibi bir yalanı, sırf Osmanlıcılara yalakalık olsun diye reklam haline getirebiliyor. Osmanlıcılar da tabii Payitaht hayalleriyle felan bu tip gösterilere hayran kalıyor.
– Atatürk Aslında Yossi Kohen Adında İngiliz Ajanı Mıydı?
Aha tam da geldik lafının üstüne. Türk Tarih Kurumu’nun yalanından ve Osmanlıcıları geri coşturma çabalarından bahsettim. Bu kişilerin Payitaht hayalleri gördüğünü, “Yalan yazan tarih utansın” gibi saçmalamalarla kendilerini kandırdıklarını söyleyebiliriz. “MEB kitaplarındaki yalanlar” gibi argümanlar üretip sonra da Fesli Kadir dangalağını en yetkili mecra gibi kabul ediyorlar. Bu kişilerin beyni yıkanmış olduğundan, önlerine onbin farklı kaynak sunsanız bile, “resmi tarih yalanı” diye kestirip atacaklardır. Günümüzde cehaletle değil, organize kötülükle mücadele ettiğimizden, işimiz cidden çok zor.
Vatanseverlik ve ecdad muhabbeti yapanların, İngilizlere kaçan Vahdettin’e “kahraman padişah” muamelesi çekerken, Atatürk’e “İngiliz ajanıydı” diye iftira atmaları gerçekten acınası bir durum. Ne dediklerini, neyi savunduklarını kendileri de farkında değil.
Peki, Mustafa Kemal Atatürk gerçekten bize anlatılan Mustafa Kemal Atatürk müydü? Yoksa iddia edildiği gibi İngiliz ajanı Yahudi Yossi Kohen benzeri birisi miydi? Ya da aslında hiç varolmadı ve Cumhuriyetçiler bize hayali bir karakteri mi yutturmaya çalışıyorlar? İşin aslını nasıl öğrenebiliriz?
Bunların cevapları için çok uzağa gitmeye gerek yok. Bizzat Osmanlı arşivlerinde, Atatürk’ün uzak akrabalarına kadar şeceresi bulunabiliyor. Bunları araştırıp çıkarmak için on üniversite bitirmiş, yıllarını arşivciliğe adamış çok yetkin biri olmaya da gerek yok. Eski bir imam olan Mehmet Ali Öz bile bu arşivlere girip ve elde ettiği belgelerle Atatürk’ün Ailesi ve Soy Kütüğü’nü anlattığı kitapları yazabilmiş. Atatürk’ün baba tarafından da anne tarafından da birkaç kuşak gerisi çok temiz çıkmış durumda. Osmanlı ordusunda eğitim görürken ve hizmet ederken yaptığı her şey kayıt altında. Daha da önemlisi, Atatürk’ün çocukluk ve okul arkadaşları var, bu kişilerin yazmış olduğu kitaplar var. Tüm bu anıları, Osmanlı’nın kendi kayıt ve belgeleriyle kıyasladığınızda, doğru olduğunu görebilirsiniz. Atatürk’e soysuz, kansız diye hakaret edenlerin, diploması bile olmayan insanları muktedir kişiler gibi sunması ise, sadece bir komedidir.
Atatürk’ün içinde bulunduğu ve komutanlık ettiği bir çok savaş vardır. Kurtuluş Savaşı öncesinde 31 Mart Vakası, Arnavutluk İsyanı, Trablusgarp Savaşı, İkinci Balkan Savaşı, Doğu (Kafkas) Cephesi, Suriye-Filistin Cephesi’ni sayabiliriz. Ayrıca Diyanet gibi hükümete bağlı kurumlar reddetse de Çanakkale Savaşı’nın önemli komutanlarından biridir, ve bu sırada aldığı “Anafartalar Kahramanı” ünvanı sayesinde, Kurtuluş Savaşı’nın doğal önderi haline gelmişti (konuyla ilgili yazı: https://www.sozcu.com.tr/2017/yazarlar/sinan-meydan/anafartalar-kahramani-1971642/ ). Atatürk, bu savaşları geçirirken, bir yandan da bir çok siyasi oluşumda yer almış ve hiç durmadan kitap okumuş. Bu sırada edindiği bilgi ve tecrübeler, onu Türkiye Cumhuriyeti’ne götüren fikirlerinin oluşmasına neden olmuş. Bildiğimiz kadarıyla hayatı boyunca 3997 kitap okumuş, bu da ciddi bir bilgi birikimi anlamına gelir.
Tamam biz Atatürk’ü severiz, sayarız. Ancak bazılarının iddia ettiği gibi ortalama bir askerden ibaret değildi. Tarafsız bir gözlem olsun diye yabancılardan bir örnek verelim. Arnold M. Ludwig’in kendi araştırmalarından ve kıyaslamalarından oluşturduğu King of the Mountain kitabında, 20. Yüzyıl liderleri arasında yaptığı listede birinciliği Mustafa Kemal Atatürk elde etmiş. Listede Franklin D. Roosevelt, Vladimir Lenin, Charles de Gaulle, Tito ve Winston Churchill gibi adları her yerde geçen liderler varken, birinci sırada Atatürk’ün yer alması, kendisinin ne kadar başarılı olduğunu bize daha iyi göstereceğini düşünüyorum.
“MEB Kitapları”, “Resmi tarih yalanı” gibi takıntılı arkadaşlarımıza Falih Rıfkı Atay – Çankaya, Yakup Kadri Karaosmanoğlu – Atatürk, Lord Kinross – Atatürk, Şevket Süreyya Aydemir – Tek Adam, Andrew Mango – Atatürk, Emre Kongar – Devrim Tarihi ve Toplum Bilinci Açısından Atatürk, Atilla İlhan – Hangi Atatürk, Klaus Kreiser – Atatürk, Sermet Atacanlı – Atatürk ve Çanakkale’nin Komutanları, Halil İnalcık – Atatürk ve Demokratik Türkiye, H.C. Armstrong – Bozkurt, George W. Gawrych – Genç Atatürk, Edward J. Erickson – Mustafa Kemal Atatürk, Afet İnan – Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler, Fabio L. Grassi – Atatürk, İlber Ortaylı – Atatürk, Charles H. Sherrill – Bir Amerikan Büyükelçisinin Gözünden Gazi Mustafa Kemal, Can Dündar – Sarı Zeybek, Ruşen Eşref Ünaydın – Güneşi Özledik, Fahri Özdemir – Bir Dahinin Hürriyet Aşkı, Mehmet Ali Öz – Atatürk’ün Ailesi, Asaf İlbay – Çocukluk Arkadaşım Atatürk, İlker Başbuğ – Mustafa Kemal, Nuyan Yiğit – Atatürk’le 30 Yıl, Ali Fuat Cebesoy – Sınıf Arkadaşım Atatürk, Ali Fuat Cebesoy – Milli Mücadele Hatıraları, Hulusi Turgut – Atatürk’ün Sırdaşı Kılıç Ali’nin Anıları, Ali Güler – Atatürk’ün Saklanan Şeceresi, Ali Güler – Benim Ailem kitaplarını öneririm. Bu kitaplar “MEB Kitapları” değiller, tanıklık, belgeler ve araştırmalara dayalı kitaplardır. Yazılanları birbiriyle kıyaslayıp özgün yorumumuzu yapmamız gerekmektedir. Ha yok, bunları okumayı reddedip “ben bu kitapların hiçbirini tanımıyorum, sadece Yüce Üstadım Kadir hocamın sözlerine güvenirim” diyen çıkacaksa da, beni düşmanı kabul edebilir. Bilimsel düşünmeye karşı, fanatiklik içinde boğulmuş kişilere karşı sempatim veya empatim yoktur.
– Lozan’ın Gizli Maddeleri Var Mı?
İddia sahibi, iddiasını kanıtlamakla sorumludur. Birisi bir iddia ortaya attığında, karşısındakilerin o iddianın geçersiz olduğunu ispat etmek zorunda değildir.
Yani, bu ne demek? Ben yarın çıkıp “ben aslında Plüton’dan gelmişim” dediğimde, bu ortaya attığım düşüncenin gerçekliğini bir takım delillerle izah edebilmem gereklidir. Karşıdaki kişiler benim Plüton’dan gelmediğimi kanıtlayamazlarsa bu benim Plüton’dan geldiğimi göstermez. Buna rağmen ben Plüton’dan geldiğimi iddia etmeyi sürdürürsem, bunun adı “safsata” olur ve hiçbir düşünce ve mantık sisteminde yeri yoktur.
Çıkar ve para uğruna, kendisini tarihçi gibi gösteren bazı şerefsizler, nesilleri zehirleyip akıllarını bulandırmıştır. İşin kötü yanı, önemli politikacılar da bu şerefsizleri oy kaygısıyla desteklemişler ve devlet içinde resmileştirmişlerdir.
Osmanlı İmparatorluğu yaklaşık olarak 1566 – 1812 yılları arasında çok geniş bir coğrafyaya hükmetmiştir. Balkanlar, Anadolu, Irak, Suriye, Mekke-Medine, Mısır, Tunus, Cezayir Osmanlı’nın kontrolündeydi.
1918 yılında Osmanlı Devleti’nin yaptığı Mondros Ateşkeş Antlaşması sırasında Boğazlar, İzmir, Antalya, Antakya, Antep, Rakka, Musul, Kars, Artvin çoktan paylaşılmaya başlanmıştı. 1920’de Osmanlı Devleti’nin yaptığı Sevr Antlaşması sırasında İzmit, Afyonkarahisar, Kayseri, Sivas, Diyarbakir, Erzincan, Trabzon gibi bir bölge elimizden çıkmıştı.
Lozan söz konusu olduğunda 12 Adalar, Cezayir, Musul gibi bölgelerin kaybından bahsediliyor habire. Resmi konumlarda yer alan politikacılar siyasi çıkar uğruna Lozan’ı aşağılamayı seçiyorlar. Osmanlı’nın en geniş sınırları 1595 yılında ve 20 milyon km2’ye yakın bir alandır. Ancak 1922-1923 yıllarında Lozan Antlaşması yapılırken, bu sınırlarla girmedik bu antlaşmaya. 1699’da Karlofça Antlaşması, 1821 Yunan İsyanı ve 1832 İstanbul Antlaşması, 1830’da Cezayir’i Fransa’nın alması, Kıbrıs’ın ve Mısır’ın İngilizler tarafından kontrolü, 1912-1913 Balkan Savaşları sırasında Osmanlı’nın birçok bölgesi zaten kaybedilmişti. Hani şu sürekli yüceltilen, uluların ulusu, yüce padişah II. Abdülhamit döneminde de çok ciddi topraklar kaybedilmişti.
1920 yılında İznik, Bursa, Afyonkarahisar, Kayseri, Tokat, Bingöl, Ordu şehirleri arasına sıkıştırılmış bir devletin, şu anki Anadolu sınırlarına kadar genişleyebilmesini “hezimet” ve “toprak kaybı” olarak göstermeye çalışmak son derece anlamsızdır. Lozan, elde para ve toprak yokken, en büyük devletlerle masaya oturulan bir uzlaşmadır ve modern Türkiye sınırlarını bize kazandırmıştır. İsmet İnönü’nün eleştirilebilecek bir çok yönü olsa da, Türkiye’ye sağladığı en büyük katkısı bu diplomatik başarıdır. 12 Adalar, Cezayir, Musul’un kaybedilmesini Lozan’a bağlayan kişilere sadece cahil gözüyle bakamayız, apaçık bir artniyet vardır.
– Halifelik Gelecek Tüm Dertler Bitecek Mi?
Sabredip buraya kadar okumayı başarmış İslamcı-Osmanlıcılar varsa, onları tebrik ediyorum. Ancak kötü haberim var, İmparatorluk / Halifelik / Şeriat düzeninin bu topraklara en ufak bir faydası olmayacaktır. Hani halkın itirazlarına rağmen (hepsini vatan haini ilan ederek) yönetimi böyle bir sisteme değiştirdik diyelim. Türkiye (diğer küresel devletler gibi) ticaretle, turizmle ve iletişim sistemleriyle para kazanan ve para harcayan bir ülke. Her bireyin kendi bahçesinde patates ve domates yetiştirip etliye sütlüye karışmadığı bir Orta Çağ toplumu değiliz. Böyle birt toplumu İmparatorluk sistemine geri dönüş için zorlamak, varolan ekonomik, sosyal ve kültürel yapıları yıkacaktır. Yani “hadi bedeviler gibi yaşayalım” dediğimiz an bunu uygulayabilecek bir ortam yok bizde. Kuzey Kore gibi bir izole devlet kurmak istesek bile, bin yıldan fazladır Avrupa ile ilişkileri olan bu toprakların yapısına uymayacaktır.
100 yıl önce, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu sırada, İmparatorlukların devri bitmiş ve yerlerine Cumhuriyetler inşaa edilmekteydi. Bu, insanlığın doğasının getirdiği bir gelişmenin sonucuydu. Bugün de benzeri bir (yumuşak) geçiş yaşamaktayız. Demokrasi ne kadar işe yarıyor, bireylere daha fazla haklar tanınmalı mı, halkların özgürlük taleplerini baskıcı yönetimler ne kadar kontrol edebilir, internet sayesinde dünyanın zıt yerlerinde yaşayanlar birlik olabiliyorken sınırların ne kadar anlamı var, kapitalizmin yarattığı sefalet yine kapitalizm içinde nasıl çözümlenebilir… gibi bir çok tartışma konusu var. Yeni siyasi akımların, bu sorunlara çare olması ve insanlığın gelişmesine katkıda bulunması gerekiyor. 2020 yılı sonrasında başarılı olacak devletler de bu yeni siyasi akımlara yüzünü dönmüş toplumlardan çıkacak.
1900’lü yıllardan beri, halk ile devlet arasında bir anlaşma geleneği hakimdir. Devlet, halk için varolur. Devletin birinci görevi halkın güvenliğini ve adaletini sağlamaktır. Halk, devlet için varolmaz. Devlet yıkılsa da halk bir şekilde yaşamını sürdürebilir, ama halk tükendiğinde devlet ne kadar çok zorlasa da kendisini sürdüremeyecektir. Atatürk, kendi yazdığı Medeni Bilgiler kitabında bu konuyu farklı yönleriyle izah etmiş ve anlatmıştır. İmparatorluk dönemlerinde halk, yönetici hanedanın tebaası sayılırdı. Seçme ve seçilme hakkı, mülkiyet hakkı ve konut dokunulmazlığı, yönetimde söz söyleme imkanı gibi özgürlükler, sadece soylu sınıflarının görebileceği imkanlardı. Kendisini bir anayasanın güvencesine alabilen halk, eşitlik talepleri sayesinde bu imkanlardan yararlanabilmeye başladı. Yani sandığa gidip oy kullanabilmek bile Cumhuriyet döneminin eseridir.
Elbette haklar ve özgürlükler 1910’lardaki değişimle sınırlı kalmamıştır. 1948’te kabul gören İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, 1960’larda Martin Luther King Jr. önderliğindeki eylemler, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılışı, World Wide Web’in icadı, toplumların özgürlüklere bakışını ve özgürlük taleplerini de etkilemiştir. Bu talepleri karşılamak istemeyen ve geçmişteki gücünü silah zoruyla korumaya çalışan devlet yapıları, şu an büyük isyanlarla boğuşmaktadır (Hong Kong’daki eylemler gibi). Gücün verdiği şımarıklıkla koltuğuna yapışan devlet yöneticileri, bu eylemleri “birileri düğmeye basıyor” diyerek kriminalize olaylar gibi göstermeye çalışsa da, halkın güvenliğini, refahını ve adaletini sağlayamayan devletler zaten geçerliliğini yitirmiş anlamına gelmektedir.
Devletler artık tek bir hükümdarın malı değillerdir, tüm halkın ortak paylaşımıdır. Anayasaya dayanan Demokratik Cumhuriyetler bunu garanti altına almakla yükümlüdür. Bunun için toplumdaki ekonomik, sosyal ve kültürel yapıyı koruması gereklidir. “Halifelik gelsin, şeriat gelsin, benim gibi yaşayanların imtiyazlı bir hayatı olur” düşüncesiyle Osmanlıcılık hayallerine kapılanlar, tüm bu değişimlerin getirdiği sonuçların farkında değillerdir. Zaten kendileri de Hollanda, İsveç, İsviçre, Almanya gibi belirli hak ve özgürlükleri sunan devletlere gidip yerleşmektedirler. Çağdaş ve eşitlikçi yönetimlerden yararlanmayı kendilerinin en doğal hakkı gibi görüyorlar. Ama bu sistemleri (Türkiye’de olduğu gibi) sırf duygusal tatminleri uğruna Halifelik/Şeriat benzeri uygulamalarla değiştirmekten de çekinmiyorlar. Avrupa’daki özgürlüklerin çok rahat bir yaşam sunduğunun farkındalar, ama bunu itiraf etmeyi kendilerine yediremiyorlar.
Atatürk, Cumhuriyet’i ilan ederken döneminin şartlarını iyice inceleyip bu kararı almıştı. Avrupa’daki İmparatorlukların zamanla Anayasaya ve Cumhuriyete dönmesi, kendisinin bu görüşünü haklı çıkarmıştır. Bu saatten sonra Cumhuriyet öncesi döneme dönmeye çalışmak, bunu arzulayan kişilere dahi büyük zararı dokunacaktır. Peki bu kişilere bu davranışlarının getireceklerini anlatmak ve izah etmek mümkün müdür? Sanmıyorum. Ama hiç olmazsa organize kötülükle mücadele edip, Fesli Kadir gibi tiplerin yeni nesilleri zehirlemesinin önüne geçebiliriz. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının ülkeye karşı sorumluluğu budur.