
Merhabalar, ben Talay Gürsoy. 1975 Doğumlu biri olarak X kuşağı mensubuyum. Teknolojinin insan hayatını çılgınca değiştirdiği dönemin öncesini yaşadım, sonrasını da yaşıyorum.
Ve acı çekiyorum…
Siyah beyaz televizyonumuzun karşısında harcadığım saatler boyunca tek bir kanal ama yüzlerce farklı ve kaliteli içeriğe maruz kalarak büyüdüm. Kubrick’in 2001: Bir Uzay Macerası’nı izleyebilmek için babamla pazarlık yaptım ve gündüz 3 saat uyuyarak filmi izlememe yetecek kadar geç yatma izni kopardım. Aynı şekilde Steve McQueen’in The Towering Inferno’sunu ve daha nice klasiği devlet televizyonu ve gündüz uykusu pazarlığı ile izledim. Pazar sabahları ise yayının başlamasını beklerken (evet 24 saat yayn yoktu) sıkıntıdan patlar, hayali arkadaşımla oyunlar icad ederdim. Sonra sabah çizgi filmleri, kovboy filmleri ve pazar konseri. Ev halkı pek klasik müzik sever olmadığı ve babaannemin de ‘’çok ısındı televizyon, acık kapat’’ komutu ile televizyon pazar konseri süresince kapalı olurdu. Bunun istisnası ise muhteşem Danny Kaye’in orkestra şefliği yaptığı yayınlardı. Babaannemi ikna etmek için dil dökerdim.
Sonrasında spor yayınları. Paralı kanal mefhumunun ortada olmadığı o yıllarda hem tutkunu olduğumuz renklerin renklerini görmeden maçlarını izlerdik, hem de bir çok spor dalı ile ilgili birbirinden güzel programlar ve müsabakalar. Düşünün 8 yaşında bir çocuk voleybol, basketbol, futbol, tenis hatta hokeyin kurallarını biliyor ve maçları takip ediyor. Şu an ki jenerasyonu görünce ütopya gibi gelebilir ama sadece ben değil tüm çevrem böyle idi. Çünkü söz konusu devlet televizyonu sadece yayın yapmak için değil, eğitmek, bilinçlendirmek için hizmet verirdi. Doğal olarak iktidarın enstrümanlarından biri olsa da şimdiki gibi tamamıyla biat ve teslim olma çizgisinde olmadı. Sonra çocuk programları, sadece tüketim aşılamak maksatlı çizgi filmlerden oluşan yayınlar değillerdi. Fizik kanunlarını eğlenceli deneylerle öğrendiğiniz bölümler, dünya tarihi ile ilgili çocuklara özel belgeseller. Çizgi film dersen de en kralı; Vikingler, LafaLympics be koca bir jenerasyonu korkudan geberten Clementine.
Bu örnekleri sayfalarca yazabilirim ama sizi sıkmak istemiyorum…
Gelelim ana meselemize.
Çocukluğum ile şu an yaşadığımız çağın arasında muhteşem bir 90lar dönemi yaşadık. Stadyum konserleri, kültürel gelişim, teknolojik gelişim. Bunlar apayrı bir yazının konusu. Bu girizgâhın sebebi ise standart donamına sahip bir X kuşağı çocuğunun birikimini az çok anlatmak idi. Peki ya günümüz?
İşten yorgun argın gelip duş ve yemek faslından sonra sıradan bir Türk erkeği ve oğlak burcu olarak mabadımı koltuğa deviririm. Tv kumandasını elime alarak tek kişilik hükümdarlığımı yaşadığım o saatlerde uzaktan kumanda da fazla mesai yapar. Çünkü yüzlerce abuk sabuk kanal arasında gerçekten izleyecek bir şey bulamam. 30 Saniye ayırarak konusunu, ilerleyişini ve sonunu çözebileceğin yerli diziler ve saçma sapan uzman(!) görüşlerinin paylaşıldığı açık oturumlar. Bu da kesmez ise sesini ya da yeteneğini mezata çıkaran kişilerden oluşan modern köle pazarları.
Şimdi benim bu ortamdaki rahatsızlığım biraz geniş bir yelpaze, olabildiğince dile getirmeye çalışacağım.
‘’Hiçbir şey eyleme geçmiş cehaletten korkunç olamaz’’, Goethe’nin bu muhteşem saptaması sevili Rutkay Aziz’in bir konuşmasında kullanıldıktan sonra geniş kitlelere ulaştı. Saptamanın doğruluğunu teyid için gören gözlerle çevreye bir kaç saniye bakmak yeterli. Çok geniş bir yelpazeye sahip bu durumu, bizim daha hâkim olduğumuz sularda yüzerek incelemeye devam edelim.
Az çok şahit olmuşsunuzdur, ortalamanın biraz üzerinde kültürel birikime sahip birinin ‘’entel’’ diye adlandırılmasına ya da otobüste, metroda kitap okuyan insanlar için (özellikle sosyal medyada) hava atıyor ya da kız tavlamaya çalışıyor yaftasının yapıştırılmasına. Askerde uzun dönem askerlerin üniversite mezunu kısa dönemlere karşı tavırları, burunlarını bir sürtelim de adam olsunlar yaklaşımı. Çarşıda pazarda görünümü farklı (uzun saç, küpe) veya konuşması farklı (içerik itibarı ile) olan kişilere karşı oluşan küçük düşürme, burası bizim oyun alanımız bunu bil manevraları. Bilince ve bilgiye ulaşmanın zahmetli bir yol olduğu bilindiğinden bulunulan seviyeyi yüceltme, kutsallaştırma çabaları. Komplo teorisi gibi görünse de bu tip bir topluluğu kontrol etmenin aşırı kolay olması sebebi ile yıllarca ülkemiz politikasında prim yapmış bir taktiktir. Hatta sadece ülkemizde değil, dünya genelince. Şu an dünyanın tek süper gücü olarak kalan Amerika’nın başkanına ve tabanına baktığımızda gerçekten insanı dehşete düşürecek bir başarıya ulaşıldığı muhakkak.
Peki böyle bir toplumu nasıl elde ederiz? Takdir edersiniz ki hemen olacak bir iş değildir. Fosforlu kedi gözleri ile ”Geceden gündüze değil de; Bugünden yarına değil de; Çok acil olarak değil de; Çabuk çabuk.” alınacak bir yoldur bu. Enstrümanlarınız çok ilginçtir. Mesela hem baskı rejimine karşı muhteşem örnekler çıkarmış, hem de hükümet yanında yer alıp destek için propaganda borazanına dönüşebilen sinema. Ya da insana kendini sorgulatacak kadar derin yapımlara yer verirken aynı zamanda ‘’kıçıma su kaçsa oruç sakata gelir mi’’ diyen televizyon.
Bu konuda sinemanın sihrini daha da iyi algılamanız için öncelikle Barry Levinson’ın Wag the Dog (Başkanın Adamları) filmini tavsiye etmek isterim. Sonrasında ise Amerika’nın sinemayı nasıl bir kitlesel imha silahı olarak kullandığınıza dikkat çekmek farz olacak. Zamanında tek kişilik ordu Rambo, kas yığını Arnold gibi bir çok aksiyon kahramanı bu devlet stratejisinin ürünüdür. Hatta Rambo ilk filmde hayata adapte olmakta zorlanan bir Vietnam gazisine halkın ve yerel yönetimin baskıcı / dışlayıcı yaklaşımı ile zıvanadan çıkmasını konu eder. Eleştirel yaklaşırken bir yandan da orduya ve hükümete güzellemeler sunar. Kasaba’ya Rambo’yu durdurmak için gelen Albay’a şerif ve adamları bir önceki paragrafta bahsetiğimiz cahil özgüveni ve kibiri ile ‘’Adamını korumaya mı geldin?’’ derler. Gelen cevap sinema açısından efsanevi bir repliği hayata geçirirken toplum mühendisliği açısından ise Amerikan Ordusu her ne olursa olsun şefkatli ve sevecendir mesajı verir, ‘’Hayır, sizi ondan korumaya geldim’’. Derken ikinci filmde savaş esirleri kurtarılır, üçüncü filmde Ruslara karşı ‘’Kahraman ve Gözüpek’’ Afgan halkının yanında yer alınır. Kaderin cilvesidir ki Ruslara karşı çarpışırken kahraman ve gözüpek olarak adlandırılıp o filmin kendilerine adandığı Afganlar bir kaç yıl sonra demokrasi düşmanı oluverirler.
Rambo gibi bir çok karakter yaratılır ve görevlerini layığı ile yaparlar. Örnek olarak başvuru seviyesi yerlerde olan USAF (United State Air Forces) yapımcı Jerry Bruckheimer ve yönetmen Tony Scott’ın Top Gun’ı sonrası roket misali yükselişe geçer. Yani dünyanın neresinde bir insanlık dramı varsa Amerika sineması ile o yaralı parmağa işer. Fakat Bosna’da yıllarca süren katliam için nedense yeterince yaratıcı bir sanaryo(!) bulamamışlardır.
Sinemanın gücünü böyle minicik örneklerle anlatmaya çalıştık. Tv dünyası ise bunun çok daha kompakt fakat çok daha hızlı etki eden bir versiyonu. Diziler ve reality showlar ile gündemi belirleyebilir, hangi telefonun daha çok satacağını, hangi çikolatanın daha tatlı olduğunu, hangi sebzenin daha sağlıklı olacağını belirleyebilirsiniz.
Fakat şu detayı atlamayalım, yukarıda bahsettiğimiz bu iki konvansiyonel silahın yanında çok güçlü bir ortak daha var artık. İnternet, daha doğrusu sosyal medya. Ellerimizle verdiğimiz bilgilerimiz ile kaç numara ayakkabı giyip hangi renk pantolonu seçeceğimizi ve o sırada kaç top kaymaklı, kaç top vişneli dondurma yiyeceğimizi bizden önce firmalar ve yönetimler biliyor.
Tüm bu bombardımanın ortasında da hala özgür irademiz ile seçim yaptığımızı sanacak kadar naifiz de…
Pekala tüm bu manipülasyonlar ülkemizde nasıl işliyor? Söyleyeyim, çok daha kolay işliyor. Zaten genlerimize kazınmış tembellik ve kolay yoldan köşe dönme hasretimiz bizi 125 km/s hızla gelen çitanın önünde bacağı kırık ceylan yavrusu gibi savunmasız bırakıveriyor. Bir de üstüne bu yazının yaratılış kıvılcımı olan cahil cesareti/hadsizliği eklenince buyurun size kaymaklı ekmek kadayıfı.
Ne dedik, toplumu kolay kontrol etmek için öncelikle onların sorgulamamasını sağlamalıyız. Böylece ara sokakta bir ekmek fırının önünde tekmeleyerek insan öldürebilir, 16 kiloya düşerek ölmüş bir çocuğun annesini gönül rahatlığı ile yuhalayabilirler. Çünkü içinde minicik bir sorgulama cesareti ya da yeteneği olan insan bu eylemleri bırakın yapmayı yapanın yanında nefes almaz. Ülke yönetimleri her zaman halkın vatanseverlik motivasyonunu yönlendirecek düşmanlar üretmekle mükelleftir. Bu bir dış mihrak olabilir, ülkenizi kıskanan diğer ülkeler olabilir, ya da kadim yeraltı örgütleri olabilir. Peki dışarısı tamam iken içeride neler yapmalıyız? Tabi ki orada da 2,3 hatta 4 ayrı kutuplaşma ve kamplaşma yaratmamız gerekiyor. Hayatında kitap okumamış birinin metroda kitap okuyan (burada kitap okuyan karakter bilinç yolunda ilerleyen biri olarak karikatürize edilmektedir.) birini aşağılaması ve soktuğu laflarla onun karşısında halkın kutsal gücü ile galip gelmesini sağlayacak Recep İvedik’ler yaratmamız gerek. Sanat sepet neymiş, inşaat yapın inşaat diyecek bir bakanı alkışlaması için kısa yoldan parayı bulan Fisfis İsmail’ler bulmalıyız. Kadınların toplumda bir birey olmasını engellemek için delikanlıyım, haksızlığa gelemem, kodum mu oturturum ama kadın denen yaratığa boyun eğmem diyen boy boy Şefkat Yerimdar’lar yumurtlatmalıyız.
Böylece sözünüzden çıkmayacak bir güruhunuz oluşur. Sizin için portakal bıçaklar, yerlere cola dökerler. O cola yerde kurumadan siz o ülkeyle ticari antlaşma yaparsınız ama buna gücenmeyecek kadar yüce gönüllüdürler.
Fakat illa ki canınızı sıkacak bir kaç çatlak ses olacaktır bu hayali kahramanlarınız ile ilgili. Bu ne kalitesizlik diyecekler, sinema/sanat nereye gidiyor diyecekler. Olsun desinler, size bir kıyak daha yapıyor ve argümanınızı sunuyoruz.
Sihirli tek bir cümle işinizi görecek; ‘’Halk bunu istiyor’’. Çünkü parasının boşa gitmesinden korkan yapımcı, reklam alamamaktan korkan kanal sahibi, bilet satamamaktan korkan sinema zinciri size can-ı gönülden katılacaktır. Ne yani bir de karşınıza dikilip ‘’Aman yapmayın etmeyin, uzun vadede bu Türk Sinemasına / Tv dünyasına zarar verir.’’ mi diyecekler komik olmayın. Yoksa nasıl bin küsür salonda o yüce insanın, Yeni Türkiye değeri Recep İvedik’in filmlerini yayınlayıp para basacaklar? Üç kuruş para için geleceğini satan insanların ülkesinde Martin Scorsese filmi salon bulamamış çok mu? Korsandan izleriz.
Size bir şey söyleyeyim mi? Halk bunu istemiyor, siz bunu isteyecek bir halk istediniz ve tasarladınız.
Ben de deniz yıldızlarını tek tek denize atan adam olarak diyorum ki ‘’BEN BUNU İSTEMİYORUM’’. Siz de benimle birlikte denizyıldızlarını tek tek kurtarmak, aydınlık bir yarın hayali için bir şey yapmak istiyorsanız lütfen #benbunuistemiyorum etiketi ile bu harekete destek verin.
Güzel günler görüp motorları maviliklere sürelim…
Çünkü mavi umuttur, mavi özgürlüktür.