
Postmodern sözcüğüyle ilk karşılaşmamızı bir çoğumuz Turgut Özal’a borçlu olabiliriz, en azından 1990’ların başlarında kendisini ‘modern’ olmamakla suçlayan bir gazeteciyle verdiği hafızama kazınmış kısa cevap beni böyle düşünmeye zorluyor: ‘Artık modern yok, postmodern var!’
Bu kısa cevabı elbette bilgi ve düşünceyi doğrudan paraya tahvil edilemediği sürece boş şeyler olarak görmeye meyilli muhafazakar Türk sağının tipik bir kelime oyunu olarak görmek mümkün, ama tartışmanın her iki tarafının sözcükleri nasıl ve ne amaçla kullandığı üzerine biraz kafa yormak belki bugünleri anlamak açısından faydalı olabilir.
Gazeteci hiç şüphesiz ‘modern’i ‘çağdaş, bugüne ait’ anlamında kullanmıştı. Özal’ın muhafazakar dünya görüşüyle çağın gerisinde kaldığını ima etmeye çalışıyordu. ‘Çağdaş ve bugüne ait olan’ neydi peki? Aklın egemenliğinde, özgürlükçü, bireyin haklarının korunduğu ilerleme, mutluluk ve refah vaad eden bir düzen olsa gerek kastedilen. Burada modernin iki yaygın anlamının bir araya geldiğini görüyoruz: Ortaçağdan beri kullanılagelen biçimiyle ‘bu ana ait olan, güncel (‘Modern otomobillerin gelişmiş fren sistemleri vardır’ cümlesinde olduğu gibi) ve tabii sosyal bilimlerdeki karşılılığı ‘modernizm’den yola çıkarak anlaşılabilecek bir ifade. Hemen bakalım, modernizm/modernite nasıl tanımlanıyor: ‘Felsefi gücünü 18. yüzyıl Aydınlanma felsefesi’nden alan, aklı ve insanı merkez olarak belirleyerek toplumsal yaşamı rasyonalleştiren, dini toplumsal yaşamda arka plana iterek laikliği ilke olarak benimseyen düşünce akımı’. Ve ekleniyor: ‘Modernite öznenin ve özgürlük fikrinin yaygınlaşıp güçlenmesi ve bunların tüm siyasal ve felsefi düşüncenin merkezi durumuna gelmesiyle anlamını bulur.’ Bu cümleleri Wikipedia’dan derledim.
Batı dahil, dünyanın tamamı için ‘modernite’nin güncel ve amacına ulaşmış bir gerçeklik olduğunu iddia edebilmek mümkün müdür? Eğer moderniteyi sadece verimli üretim sistemleri, kışkırtılmış tüketim, rekabetçi kapitalizmin bireye biçtiği kısıtlı roller, fabrikalar ve AVM’ler olarak anlayacaksak niye olmasın… Burada bir parantez açarak Jürgen Habermas gibi günümüzün önemli sosyal bilimcilerinin bir çoğunun moderniteyi henüz tamamlanmamış bir proje olarak değerlendirdiğini hatırlatalım… Tamamlanmamıştır, çünkü bugün bizi yönetenin olgunlaşmış bir ‘rasyonel akıl’ olmadığı çok açıktır, ancak kapitalist paradigmalara indirgenmiş bir rasyonalitenin egemenliğinden söz edebiliriz. Sadece etrafımıza bir bakalım, bu yetmezse karıştıracağımız internet gazeteleri bize rehber olabilir: Yan yana dizilmiş obezite ve açlık haberlerinin hemen altındaki bombalanmış şehir görüntüleri, sosyal adaletten, yoksulluktan bahsetmeyi unutmuş ekonomi sayfaları vs. vs. İşte rasyonalite!
Özal’ın cevabına dönersek, tam da böylesi kısıtlı bir kapitalist rasyonalitenin temsilcisi olarak görebileceğimiz bir kişinin üstelik kolayca bu kapitalist paradigmanın matah bir şey, amacına varmış modernite olarak pazarlanabildiği 1990’larda ‘Esas modern olan benim’ demek dururken potmoderniteyi öne sürmesine ne demeli? Basit hazır cevaplık, demagoji cevabımız olabilir mi? Burada son yirmi yılımıza damgasını vurmuş bir düşünsel dejenerasyondan, postmodern düşüncenin bilinçli bir deformasyonunun belki de Türkiye için miladından söz etmenin mümkün olabileceğini düşünüyorum.
Charles Jencks esprili bir biçimde potmodernizmin miladı olarak Le Corbusier’in ‘modern yaşam makinesi’nin ödüllü bir versiyonu olan St. Louis- Missouri’deki Pruitt-Igoe toplu konut bloklarının , içinde yaşayan insanlar için oturulamaz bir çevre oluşturdukları gerekçesiyle dinamitle havaya uçurulduğu 15 Temmuz 1972 günü saat 15:32’yi vermiştir. Burada ifade edilen doğrusal bir gelişme, ilerleme, verimlilik vs. modernist paradigmaların insanların evlerini, yaşam alanlarını bile şekillendiriyor olmasının dayanılmaz bir şey olabileceğinin resmi itirafının milad olarak kabul edilmesi gerektiğidir. Postmodernizm, rasyonaliteye bağlı akılcı, verimli vs. yaşamanının önceki düzende dinin getirdiğine benzer bir kısıtlılık yarattığı ve tek başına akılcılık, karlılık ve verimliliğin zirvesinin ancak ‘son derece akılcı ama hiç de makul olmayan’ Auschwitz toplama kampı olduğu eleştirisiyle modernitenin karşısına çıkmıştır. Arzulanan tek boyuta idirgenmiş, Zygmunt Bauman’ın ifadesiyle ‘askerleşmiş’ bireyin yeniden özgür ve yaratıcı olabilmesidir.
Her karşı hareket, özgürleştirici girişimin başına gelen postmodernizmin de başına gelmiştir: ne olmadığını söylemek kolay, ne olduğunu söylemek zordur. Postmodernizmin sanat ve mimaride son derece özgürleştirici ve ufuk açıcı olduğunu söyleyebiliriz: hiç şüphesiz bir Borghes öyküsünden Tarantino filmine pek çok eserde postmodernizmin.zenginleştirici etkisini görürüz. Doğrusal olmayan öykü anlatışı, bir ana fikir ya da ideal kavramından bağımsız, serbestçe bir araya getirilmiş öğeler, üsluplar üstü, farklı üsluplardan beslenebilen bir estetik vs. Ama toplumsal/siyasal alanda kavramları aynı serbestlikte kullanmaya başladığımızda hepimize oldukça tanıdık gelecek problemli bir durumun alt yapısını hazırlamış olmuyor muyuz? Tüm yaklaşımlar eş değerde, çünkü bir ideal yok; öyleyse ‘türban özgürlüktür diyebiliriz’ ya da sabah anti-emperyalistken akşam aslında bir zamanlar tüm komşularımıza hükmettiğimizi ve bölgemizde huzur için yine aynısının olması gerektiğini iddia edebiliriz. Özgürlükle şizofrenik bir parçalanma arasında ayrım yapmak sadece modernistlerle aydınlanmacılara özgü demode ve tatsız bir alışkanlık mıdır? Ne yazık ki görünüşe bakılırsa tıpkı modernizmin doğrusal, rasyonel yapısı ile piyasa kapitalizminin bir unsuruna dönüştürülmesi gibi, postmodernizm de çok anlamlılığı destekler yapısının sömürülmesiyle ileri, çok uluslu kapitalizmin bir unsuruna dönüşünce eleştirelliği boşa çıkmış, demagojik bir ‘ne yapsak olur’culuğun bayrağına dönüştürülmüştür.
Frederick Jameson gibi düşünürler için postmodernizmin yeni bir toplumsal düzen olmaktan çok kapitalist toplumun gelişiminde bir aşama olduğu, hatta çokuluslu kapitalizmin ta kendisi olduğu vurgusunun belirgin olduğunu söyleyelim. Benzer biçimde Giddens de tıpkı Habermas gibi içinde bulunduğumuz çağı postmodern olarak tanımlamaktan kaçınır. Habermas’ın vurguladığı gibi tamamlanmamış bir proje olan modernizmin aşamalarından söz etmekteyizdir aslında. Yani en azından bu üç önemli düşünürün analizlerinde tükenen modernizmin üstüne doğan bir postmodernizm iddiasıyla karşılaşmayız, ama elbette konuya Turgut Özal kadar hakim olamamış olabilirler…
Postmodern düşünürlerin eleştirdiği modernitenin aydınlanmadan da beslendiğini söylemiştik, ama ‘Nefret ettiğiniz Pazartesi günleri değil, kapitalizm’ ifadesindeki gibi, burada da belki ‘Nefret ettiğiniz akılcılık, aydınlanma vs. değil, kapitalizm’ demek gerekiyor.
Son dönemde pompalanmış ilk bakışta özgürlükçü gibi gözüken deforme, esnetilmiş postmodern yaklaşımların moderni aşmakla mı yoksa gerisine düşmekle mi ilgili olduğu sorusu belki de en zihin açıcı olandır. Tek bir örnek vermek gerekirse ‘Laiklik olmadan da demokrasi olur’ gibi bir lafın büyük rahatlıkla söylenip en azından belli bir süre boyunca tekrarlanagelmiş olması derinde bu tür bir sahte postmodern özgürleşme paradigmasıyla mümkün olabilmişti. Aydınlanma felsefesinin bir umacı gibi sunulabiliyor olması, büyük toplum teorilerinin inkarı ve tüm aydınlanmacı değerlerin aşındırılması sonucu oluşan yeni toplumun ve politik alanın ‘dincileşmesi’ Ergin Yıldızoğlu’nun Cumhuriyet Gazetesindeki 30 Kasım 2017 tarihli köşe yazısından alıntıladığım sözleriyle şöyle ifade buluyor: ‘Aydınlanma geleneğinin bilimsel düşüncenin yerini mucize, modernizmin ulus ve/ya sınıf sadakatlerinin yerini, modernizm öncesinin gerici/dinci aşiret/tarikat sadakatleri almaya başladı. Gerçek postmodernizm de (modernizm sonrası), işte böyle, dinin siyasallaşması olarak şekillendi.’
Post modernizmin batı düşüncesinde modernitenin sorunlarını görünür kılmak ve aslında aydınlanma projesini insancıllığıyla yeniden buluşturarak önünü açmak gibi bir işlevi olabileceği açıktır. Çağımızın önemli düşünürlerinin vurguları bu yöndedir. Ülkemizdeyse laiklik, kökü Osmanlıya dayanan Batılılaşma ya da Atatürk devrimleri gibi konularda bütün bunların aydınlanma felsefesi ve modernizmin yansımaları olduğu, ama artık bütün bunları aşmış (!) post modern bir dünyada olduğumuzdan bahsedenlerle hepimiz karşılaşmışızdır. Bu derinlikli(!) eleştirinin sahiplerinin bir kez olsun etraflarına bakıp örneğin TOKİ’yi olabilecek en modernist yapılanma olarak eleştirdiğini işitenimiz yoktur. Gerçekten insanların kapitalist bir makine olarak ele alınan şehrin en ‘uygun’ yerlerinde maksimum karlılıkla pazarlanan minimum maliyetli evlerde balık gibi istiflenmiş şekilde yaşamaya devlet eliyle ‘ikna edilmeleri’ kadar modernist bir proje düşünmek zor olsa gerek. Ya da şehirlerin ve doğanın karlılık için katledilmesinin 21.yüzyılda gecikmeli bir modernizmin ancak en sığ kavranışıyla mümkün olabileceği eleştirisi de bu kişilerden gelmez. Ama 20.yüzyılda ortaya konmuş ‘modernist bir proje’ olarak laik Türk Cumhuriyeti köy enstitülerinden demiryollarına baskıcı ve sorunludur…
Toplumları en derinlerine işlemiş paradigmalar, ortak kabullenmeler yönlendirir. Korkarım en azından bir kısmımız oldukça modern(!) bir toplum mühendisliği çalışmasıyla yanlış, abartılı ve çarpıtılmış bir postmodern paradigmaya ikna edildik.
Çıkışımız ne olabilir? Kimbilir belki önce süregelen modernite maceramızın aşamalarının farkına varmamız ve ardından umutla TOKİ bloklarının yarattıkları yaşanmaz çevreden dolayı devlet eliyle dinamitle havaya uçurulacağı gün ve saati beklememiz gerekiyordur.
E.Ş. – İstanbul, Aralık 2017
Erhan Şermet’in kişisel blogu için :
https://erhansermet.blogspot.com.tr/