
Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu lideridir. Anadolu’da direnen toplulukları organize etmiş, Kurtuluş Savaşı’nda başkomutan olarak yer almış, ve o dönemde modern ve model olacak bir devlet kurabilmek için uğraşmış. Normalde, istediğiniz devlete gidin, o devleti kuran veya devrim niteliğinde değişiklikler yapan (Amerika’da Founding Fathers ve Abraham Lincoln mesela) saygıyla ve hayranlıkla anılır. Ancak günümüz Türkiye’sinde Atatürk için aynı şeyi söylememiz ne yazık ki zor.
Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında yaşadığımız Kurtuluş Savaşı sürecinin en önemli günlerinden biri. AKP’ye yakın bazı kişiler Malazgirt Savaşı’nı bahane ederek bu günü gölgelemeye çalıştı. Diyanet İşleri Başkanlığı da (her zaman yaptığı gibi) AKP’nin parti sözcülüğünü üstleniyormuşçasına Atatürk olmadan vatanseverlik nutukları attığı bir cuma hutbesi yayınlamış. Devletin görmezden gelmeye geldiği 30 Ağustos’u, Türkiye Cumhuriyet vatandaşları olarak biz kutlamış olalım.
Atatürk, bize okullarda hep askeri yönüyle anlatıldı. İşte şu savaşa katıldı, bu orduyu yendi, şu kadar kişiyi öldürdü felan gibi masallardan ibaret bir şekilde. Zaten Tarih derslerimiz hep Osmanlı’ya odaklı işleniyordu, Osmanlı’nın her padişahının ne kadar yüce ve ulu kişiler olduğu detaylıca anlatılıyordu. Haliyle Atatürk’e ve Kurtuluş Savaşı’na az zaman kalıyordu ve Atatürk’ten sonraki Türkiye hiç anlatılmıyordu. Bu yüzden, Osmanlı İmparatorluğu’nun üç kıtaya hükmederken, bir gün ansızın Atatürk tarafından yıkıldığını sanan koca bir nesil meydana geldi. Bizim solcular sevmez Atatürk’ü, “diktatör, militarist, faşist” diyerek. Bizim sağcılar da sevmez Atatürk’ü, “Osmanlı’ya hainlik eden İngiliz ajanı” diye tanırlar.
2002 sonrası, Devlet gücü aktif olarak Türkiye Cumhuriyeti ve Atatürk karşıtlığı amacıyla kullanılmaya başlandı. Bunun için AKP, yanına “Yetmez ama Evet” denilen solcu geçinen sözde liberalleri alıp “demokratik” açılımlar gerçekleştirmeye başladı. Ama devletin Atatürk’e düşmanlığı 2002’den önce de görünen bir durumdu. Milli Mücadele başlamadan önce, Atatürk’ün Minber Gazetesi için 1918 yılında yazdığı makalesi sansürlenmiştir. Bazen kendi adıyla bazen takma adlarla Mondros Mütarekesi ve ülkenin durumunu eleştirdiği yazıları yayınlandığı gazetede, Damat Ferid Paşa’yı eleştirdiği yazısı sansüre uğramıştı. 1931 yılında, bizzat kendisinin Türk Tarih Kurumu’na yazdığı 21 sayfalık mektubu sansürlenmiş, gizlenmiş ve bazı bölümleri tahrif edilmiştir. Atatürk’ün 1929-1930 yılları arasında yazdığı ve 1931 yılında ortaokul ve liselerde ders kitabı olarak okutulan Medeni Bilgiler kitabı da sansüre uğramıştır. Atatürk’ün yazdıklarını yıllar sonra Afetinan kitaba çevirdiğinde, Türk Tarih Kurumu sansürüyle yayınlanmıştır, şu an kitapçılarda satılan Medeni Bilgiler kitapları hala sansürlü halidir – Örgün Yayınevi tarafından basılan hariç. Meşhur Bursa Nutku da hala tartışılır, gerçekten öyle bir nutku var mıydı, o da sansürlendi mi diye. Ancak, Atatürk’ü bu denli sansürleştirmeye hevesli politikacılar, Atatürk’ün gerçekte söylemediği sözleri de ona aitmiş gibi gösterip yayacak kadar yalancı ve ahlaksız olmaktan çekinmemiştir. Örneğin kendisine itham edilen “Türk aleminin en büyük düşmanı koministliktir, görüldüğü yerde ezilmeli” lafı vardır. Kendisine Genç Atsızlar, Turancılar felan diyen kişiler dahi, “Komünizm Türk dünyasının en büyük düşmanıdır! Her görüldüğü yerde ezilmelidir!” diye bu lafı değiştirip sanki 1926’da söylemiş gibi bu yalanı yaymaktan çekinmemektedir. Neyse ki Çetin Altan bu “İşin Aslı” nedir diye düşünüp araştırmıştır. Bu sayede, anti-komünist propaganda yaysınlar diye Gladyo gibi yabancı organizasyonlar tarafından seçilen siyasetçilerin, o dönemki söylemlerini yutturabilmek için bu sözü kendilerinin icat ettiklerini ve Atatürk’ün el yazısını taklit ederek 1947, 1948, 1950 yıllarında yayınladıklarını biliyoruz. Bu yalanın arkasında da Cemal Kutay, Münir Hayri Egeli, Fethi Tevetoğlu isimleri geçmektedir.
İşin komik yanı, zamanında Atatürk üzerinden sansür, sahtecilik, tahrifat yapan kişiler, 2002’den sonra çıkıp “Resmi Tarih Yalanı” gibi haberlerle Atatürk’ü küçümsemeye çalışanlarla aynı kişiler. Türkiye “Atam İzindeyiz” yazılı ama altında Recep Tayyip Erdoğan’ın resmi olan tşörtler giyen, ama kendi tarikatından olmayan insanları kolayca “vatan haini” ilan edip, devletin gücünü de kafasına estiği kişiyi “terörist” ilan etmek için kullanabilen yüzsüz ve ahlaksız insanlarla dolu. Hal böyleyken ve devletin kendisi Atatürk nefretiyle hareket ediyorken, Mustafa Kemal Atatürk’ü gerçekten tanıyan ve bilen çok fazla kişinin olduğunu söylememiz zor.
Atatürk’ü gerçekten tanımak istiyorsanız, bunun için üç yol var. Birincisi, Çanakkale’de Gelibolu yarım adasına gitmek. Çanakkale’de savaşılan yerleri gezerken, Atatürk’ün askeri yönünü daha iyi anlamış oluyorsunuz. Hele iyi bir tur rehberine denk gelirseniz, bu kişinin askeri geçmişi de varsa, size tarihte yaşamış en önemli komutanlardan birisinin gözüyle Çanakkale’yi keşfetmenizi sağlayacaktır. İkincisi, Ankara’da Anıtkabir’e gitmek. Basit bir mezar, basit bir anıt gibi düşünmeyin, bu sayede Atatürk’ün siyasi yaşamı sırasında neler yaptığını ve nasıl yaşadığını görebiliyorsunuz. Ne kadar çok kitap okuduğunu, nelerle ilgilendiğini, hobilerini kendi gözlerinizle görmüş olacaksınız. Anıtkabir’in inşaası sırasında nasıl tasarımlar yapıldığını öğrenmenizi de öneririm, orada gezerken her detaya hayran kalacaksınız. Üçüncüsü, Atatürk’ün kendi yazdığı kitapları okumak. Bilimle ve eğitimle uğraştığını biliyoruz, ama bunu sadece kulaktan duymak yerine kendimiz deneyimleyip akıl süzgecimizden geçirmeniz çok önemli.
Bu kitapların başında Medeni Bilgiler (Uygarlık Bilgileri) kitabı geliyor. Atatürk’ü daha iyi anlayabilmek için, kendi sözlerinden çok önemli gördüklerimi listelemek istiyorum:
– Türkler, Arapların (İslam) dinini kabul etmeden önce de büyük bir ulus idi. Arap dinini kabul ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin (İranlıların), ne de Mısırlıların ve başkalarının Türklerle birleşip bir ulus oluşturmalarına hiçbir etki etmedi. Tersine, Türk ulusunun ulusal bağlarını gevşetti; ulusal duygularını, ulusal heyecanını uyuşturdu. Bu pek doğal idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin amacı, bütün ulusların üstünde yaygın bir Arap uluşçuluğu politikasına dayanıyordu. Bu Arap düşüncesi, ümmet sözcüğü ile dile getirildi. (…) Bu durum karşısında Türk ulusu birçok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, âdeta, bir sözcüğün anlamını bilmediği hâlde Kur’an’ı ezberlemekten beyni sulanmış hafızlara döndüler.
– Ulusal duyguyu boğan, bu dünyaya değer verdirmeyen yoksulluklar, gereklilikler, felâketler görülmeye başlayınca, asıl gerçek mutluluğa öldükten sonra öbür dünyada kavuşacağı inancını veren ve sağlayacağını söyleyen dinsel doğma ve dinsel duygu, ulus uyandığı zaman onun şu gerçeği görmesine engel olamadı. Bu korkunç manzara karşısında kalanlara, kendilerinden önce ölenlerin, ahiretteki mutluluklarını düşünerek ya da bir an önce ölmeye dua ederek ahiret yaşamına kavuşmayı öğütleyen din duygusu; dünyanın, acısı duyulan tokatıyla hemen Türk ulusunun vicdanındaki çadırını yıktı; çağrılıları, Türk düşmanı olan Arap çöllerine gitti.
– Türk ulusu bilir ki, bugün uygarlığın büyük yolunda bağımsız ve fakat kendilerine paralel yürüdüğü bütün uygar uluslarla, karşılıklı insancıl ve uygar ilişki, elbette gelişmemizi sürdürmek için gereklidir. Ve yine bilmektedir ki, Türk ulusu, her uygar ulus gibi geçmişin bütün evrelerinde buluşlarıyla, bulgularıyla uygarlık dünyasına katkıda bulunmuş insanlarının ulusların değerini bilir ve hatıralarını saygıyla korur. Türk ulusu, insanlık dünyasının içten bir ailesidir.
– Zengin bir hatıra mirasına sahip bulunan; birlikte yaşamak konusunda ortak istek ve uzlaşmada içtenlikli olan; ve sahip olunan mirasın korunmasını birlikte sürdürmek konusunda iradeleri ortak olan insanların birleşmesinden ortaya çıkan topluluğa ulus adı verilir.
– Bir ulusun, diğer uluslara oranla, doğal ya da kazanılmış özel karakterler sahibi olması, diğer uluslardan farklı organizma oluşturması, çoğu kere onlardan ayrı olarak, onlara paralel gelişmeye çaba göstermesi durumuna uluslaşma ilkesi denir. Bu ilkeye göre her birey ve her ulus, kendi hakkında iyi niyetli, topraklarına kendisi tam olarak sahip olmayı istemek hakkına ve bu hakkın kullanılmasını yasaklayan ya da sınırlayan engelleri yok etmek hak ve özgürlüğüne sahiptir.
– Devlet, belli bir toprakta yerleşmiş ve kendine özgü bir güce sahip olan bireylerin toplamından oluşan bir varlıktır.
– Demokrasi ilkesi “halkçılık”: Bu ilkeye göre irade ve egemenlik, ulusun bütününe aittir ve ait olmalıdır. (…) Siyasal gücün, meşru olabilmesi için, devletin soyut egemenliği, eylem olarak kime bırakılmalıdır? İşte bu sorulara karşılık veren, demokrasi ilkesidir.
– Hükümdarlık (monarşi): (…) Hükümdar, yalnız başına devleti yönlendirir ve yönetir her şeyi o buyurursa, öyle bir devletin hükûmetine “mutlak” hükûmet denir. Böyle bir devlette, hükümdar “devlet benim” der, savaş ilân eder, barış antlaşması yapar, yasalar koyar, vergiler toplar, ülkenin gelirini istediği gibi harcar, özetle, ülke onun malikânesidir. Eğer hükümdar, yasaları hazırlayan milletvekillerinden oluşan bir meclis kabul etmişse, o zaman, “meşrutiyet hükûmeti” olur. Bu çeşit hükûmette bile, sonuçta, yine her şey hükümdarın son sözüne bağlıdır.
– Türk ulusu, en eski tarihlerde bile ünlü kurultaylarıyla, bu kurultaylarda, devlet başkanlarını seçmeleriyle demokrasi düşüncesine ne kadar bağlı olduklarını göstermişlerdir. Son tarih dönemlerinde Türklerin kurdukları devletlerde başlarına geçen padişahlar, bu yoldan ayrılarak zorba olmuşlardır.
– Egemenlik bireylerin iradesi üstünde, bireylerin oluşturdukları, ulusun ortak kişiliğine dayanan, genel ve ortak iradedir. Bu nedenle, egemenlik birdir, parçalara ayrılamaz ve egemenliğin ortaya koyduğu ortak irade, onun sahibi olan, ortak kişilik, ulus tarafından hiçbir zaman başkasına devir edilemez ve bırakılamaz.
– Demokrasi bir sosyal yardım ya da bir ekonomik örgüt sistemi değildir. Demokrasi, maddî refah sorunu da değildir. Böyle bir görüş, vatandaşların, siyasal özgürlük gereksinimini uyutmayı amaç edinir. (…) Demokrasi, temelde bireycidir; bu nitelik, yurttaşın egemenliğe, insan sıfatıyla katılmasıdır. Demokrasi, eşitlikçidir; bu nitelik, demokrasinin bireyci olması niteliğinin zorunlu bir sonucudur. Kuşkusuz, bütün bireyler, aynı siyasal haklara sahip olmalıdırlar.
– Demokrasinin tam anlamıyla ülküsü, bütün ulusun aynı zamanda yönetici durumunda bulunabilmesini, hiç olmazsa devletin son iradesini yalnız ulus tarafından dile getirilmesini ve gösterilmesini ister. Ne yazık ki, ulusların büyüklüğü, düşünsel eğitim dereceleri, bu ülkünün uygulanmasında büsbütün bu ülküden yoksun kalmayı doğuracak özensizliklerden uzak kalmayı gerektirir. Bu nedenle, demokrasi ilkesinin en çağdaş ve akılcı uygulamasını sağlayan hükûmet biçimi cumhuriyettir. Cumhuriyette son söz, ulus tarafından seçilen meclistedir.
– Cumhuriyette, meclis, ve cumhurbaşkanı ve hükûmet, halkın özgürlüğünü, güvenliğini ve rahatını düşünmek ve sağlamaya çalışmaktan başka bir şey yapamazlar. Çünkü, bunlar, bilirler ki kendilerini, iktidar ve yetki makamına belirli bir zaman için getiren irade ve egemenliğin sahibi olan ulustur. Ve yine, bunlar bilirler ki, iktidar makamına saltanat sürmek için değil, ulusa hizmet için getirilmişlerdir. Ulusa karşı, durum ve görevlerini, kötüye kullandıklarıdna şu ya da bu biçimde ulusal iradenin kendi haklarında da uygulanmasıyla karşı karşıya kalabilirler. Ulus tarafından, ulus adına devleti yönetmeye görevlendirilenler için, gerektiğinde ulusa hesap verme zorunluluğu, laubali ve keyfi davranışlarla bağdaştırılamaz.
– Gücün ve yetkinin, Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı öbür dünyada hesap vereceklerini sanan, devleti ülkeyi kendisine bırakılan bir malikâne kabul eden bir hükümdar, kendini her türlü bağ ve sınırlamanın dışında tutar. Böyle bir yönetimde, ulusun benliği, özgürlüğü söz konusu bile olamaz. Bu nedenle yetkileri sınırlandırılmış bile olsa, hükümdarlık biçimi demokrasiye, ulusal egemenlik ilkesine uygun değildir.
– Egemenlik kayıtsız ve şartsız ulusundur. Türkiye Büyük Millet Meclisi, ulusun tek ve gerçek temsilcisi olup, ulus adına egemenlik hakkını kullanır. Yasama yetkisi ve yürütme gücü Büyük Millet Meclisinde ortaya çıkar ve orada toplanır.
– Yargı yetkisi, ulus adına yöntemi ve yasa çerçevesinde bağımsız mahkemeler tarafından kullanılır.
– Ulusun kurduğu devletin ve hükûmet örgütünün yurttaşlara karşı yükümlü olduğu görevleri ve yetkileri incelenecek olursa: A. Ülke içinde güvenlik ve adaleti sağlayarak ve sürdürerek, yurttaşların her çeşit özgürlüğünü korumak. B. Dış siyaseti ve diğer uluslarla ilişkileri iyi yönlendirerek ve ülke içinde her türlü savunma güçlerini her zaman hazır bulundurarak, ulusun bağımsızlığını güven ve koruma altına almak. Bu iki çeşit görev, devletin en temel görevleridir. Denebilir ki, devlet kurmaktan amaç, bu iki görevin yerine getirilmesini sağlamaktır.
– Bilinmektedir ki, Türkiye Cumhuriyeti, demokrasi temeline dayanan bir devlettir. Demokrasi ise, temel olarak siyasal niteliktedir, düşünseldir, bireycidir, eşitlikçidir. (…) Demokrasi temeline dayanan bir devlet; bir sosyal yardım sistemi ya da bir ekonomik kuruluş sistemi değildir. Bunun için, bu alanlara ilişkin işlere, devletin karışmaması, bütün bu nitelikteki işleri bireylere ya da bireylerden oluşan şirketlere bırakması mümkündür.
– Devlet, bütün yurttaşların, herhangi sanat ve meslekte zamanımızın gelişmelerinin gerektirdiği derecede başarılı olmalarıyla ilgilidir. Bu nedenledir ki, yurttaşların eğitim ve öğretimiyle, sağlığıyla yakından ilgilenmek zorundadır. Devlet, ülkenin güvenliği ve savunması için, yollarla, demiryollarıyla, limanlarla, deniz taşıtlarıyla, telgrafla, telefonla, ülkenin hayvanlarıyla, her türlü taşıma araçlarıyla ulusun genel durumuyla yakından ilgilidir. Ülke yönetiminde ve savunmasında bu saydıklarımız, toptan, tüfekten, her çeşit silahtan daha önemlidir. Özellikle para, her türlü aracın üstünde, bir var olma silahıdır.
– İlke olarak, devlet bireyin yerine geçmemelidir. Fakat bireyin gelişmesi için genel koşulları göz önünde bulundurmalıdır. Bir de bireyin kişisel etkinliği, ekonomik ilerlemenin ana kaynağı olarak kalmalıdır. Bireylerin gelişmesine engel olmamak, onların her açıdan olduğu gibi, özellikle ekonomik alandaki özgürlüğü ve girişimleri önünde, devletin kendi çalışmasıyla bir engel oluşturmaması, demokrasi ilkesinin en önemli temelidir. Bireylerin gelişmesinin, engel karşısında kalmaya başladığı nokta, devlet etkinliğinin sınırını oluşturur.
– Doğanın her şeyden büyük ve her şey olduğu anlaşıldıkça, doğanın çocuğu olan insan, kendisinin de büyüklüğünü ve onurunu anlamaya başladı.
– Bireyin birinci hakkı, doğal yeteneklerini özgürce geliştirebilmesidir. Bu gelişmeyi sağlamak için, en iyi araç, bireye başkasının aynı değerdeki hakkına zarar vermeksizin, tehlike ve zarar kendisinin olmak üzere, ona, kendi kendini, istediği gibi yönlendirmeye ve yönetmeye izin vermektir. İşte bu özgür gelişmeyi sağlamak, bireysel hakların oluşturduğu çeşitli özgürlüklerin bütün amacıdır. Bu haklara saygı göstermeyen siyasal toplum, temel görevinde kusur etmiş olur ve devlet, varlığının amaç ve anlamını yitirir.
– Çağdaş demokraside, bireysel özgürlükler, özel bir değer ve önem almıştır, artık bireysel özgürlüklere devletin ve hiç kimsenin karışması söz konusu değildir. Bireysel özgürlük salt (mutlak) olamaz. Başkasının hak ve özgürlüğü ve ulusun ortak çıkarı bireysel özgürlüğü sınırlandırır. Özgürlük, başkasına zarar vermeyecek her türlü kullanım yetkisinde bulunmaktır.
– Türk, zorbalık ve tutsaklık zincirlerini parçalayabilmek için, iç ve dış düşmanlar karşısında hayatını ortaya attı; çok kanlı ve tehlikeli savaşımlara girdi, sayısız özverilere katlandı; başarılı oldu, ancak ondan sonra özgürlüğünü kazandı. Bu nedenle özgürlük Türk’ün hayatıdır. Artık, Türkiye’de, “her Türk özgür doğar, özgür yaşar.”
– Özgürlükler başlıca, bireyin maddî çıkarına dayanır, ki şunlardır: 1. Kişisel özgürlüktür; yani serbestçe gitmek, gelmek, ulusal topraklarda kalmak ya da oradan çıkmak hakkına sahip olmaktır (yolculuk yapma ve yerleşim hak ve özgürlüğü). Bununla birlikte, yhasadışı tutuklamalardan, hapis ya da herhangi bir cezadan korunmuş olmak güvencesidir. (…) 2. Konut dokunulmazlığıdır. İnsan evinin sahibidir ve oraya ancak istediğini sokar. (…) 3. Bireysel mülkiyettir. Bir insanın, emeğinin ürünü olan her şeye sahip olması, devletin karışamayacağı bireyin yüksek haklarındandır. İnsan, namusluca sahip olduğu mal ve mülkünü istediği gibi kullanabilir, satabilir, satmayabilir, istediğine verebilir, onları yok edebilir, yıkabilir. Düşünce ve kalem ürünü olan her yapıt da sahibinin hakkıdır. (…) 4. Ticaret, çalışma ve sanat özgürlüğüdür. İnsan hayatını kazanmak için, istediği bir işte, meslekte ve sanatta çalışabilir, bu konuda serbesttir.
– Bireyin düşünsel yaşamındaki özgürlük haklarının başlıcaları şunlardır: Birincisi vicdan özgürlüğüdür. Her birey, istediğini düşünmek, istediğine inanmak, kendine göre siyasal bir düşünceye sahip olmak, inandığı bir dinin gereklerini yapmak ya da yapmamak hak ve özgürlüğüne sahiptir. Kimsenin düşünce ve vicdanına baskı yapılamaz. Vicdan özgürlüğü, salt (mutlak) ve karışılamaz, kişinin doğal haklarının en önemlilerinden tanınmalıdır. (…) İkincisi toplantı yapma özgürlüğü ve Üçüncüsü basın özgürlüğüdür. Bu iki özgürlük aynı ilkeden çıkar. O ilke, insanların düşüncelerini özgürce söylemek ve yayınlamak hakkıdır. En büyük gerçekler ve anlayışlar, düşüncelerin, özgürce ortaya konması ve karşılıklı görüşülmesiyle ortaya çıkar ve yükselir. (…) Dördüncüsü, cemiyet kurma özgürlüğüdür. Beşincisi, eğitim-öğretim özgürlüğüdür.
– Eleştiri ve tartışma tam olarak özgürdür. Bu özgürlük, herkes tarafından hiç kimsenin etkisi olmadan, kendi kendine kullanılır. (…) Yayın, yolsuzluklara engel olur ve hükûmet araçlarını görevlerini doğru yapmaya zorunlu kılar. Yayın, en etkili denetim araçlarındandır. (…) Kamuya ilişkin işleri eleştiri özgürlüğü, hükûmet ile ulus arasında bir anlaşma ortamı yaratır. Hükûmetin ulusu ve ulusun hükûmeti anlaması bunların bir bütün olmalarını ve kalmalarını sağlar.
– Basın özgürlüğünden ortaya çıkabilecek kötülükleri ortadan kaldıracak etkili araç, kesinlikle geçmişte olduğu gibi basın özgürlüğünü kısıtlayan bağlar değildir. Tersine basın özgürlüğünden doğacak olan sakıncaların ortadan kaldırılması yolu, yine doğrudan doğruya basın özgürlüğüdür. (…) Çünkü “her zaman dünyanın yarısını ve bir zaman dünyanın hepsini aldatmak mümkündür. Fakat, bütün dünyayı her zaman aldatmak mümkün değildir.”
– Çeşitli inanışlı kimseler, birbirilerine kin, nefret besliyorlarsa, birbirlerini hor görüyorlarsa ve hatta yalnızca birbirlerine acıyorlarsa, bu gibi kimselerde bağnazsızlık (hoşgörü) yoktur, bunlar bağnazdırlar. Bağnazsızlık o kimsede vardır ki, yurttaşının ya da herhangi bir insanın vicdanî inanışlarına karşı, hiçbir kin duymaz, tersine saygı gösterir. Hiç olmazsa, başkalarının kendininkine uymayan inanışlarını bilmemezlikten, duymamazlıktan gelir. (…) Kuşkusuz, düşüncelerin, inançların başka başka olmasından yakınmamak gerekir. Çünkü, bütün düşünceler ve inançlar bir noktada birleşirse, bu haraketsizlik belirtisidir. Böyle bir durum, elbette istenilmez. Bunun içindir ki, gerçek özgürlükçüler, bağnazsızlığın genel bir karakter olmasını isterler. (…) Aldırmazlığı, ilgisizlik derecesine kadar götürmemek önemlidir.
– Özgür olmak herkesin hakkıdır ve bunun için gerçek özgürlükçüler, özgürlükçü olmayanlara karşı da geniş davranılmasını isterler. Fakat, bunların hiçbir zaman elleri, ayakları bağlı olduğu hâlde kurbanlık koyun durumuna razı olacakları kesinlikle kabul olunmamalıdır.
– Bilim, toplumların büyüklüğünün gizini, insanlara açmıştır; bu giz, insanların birbirine olan bağlarıdır. Bütün insanlar, sosyal bir vücudun organlarıdır ve bu nedenle birbirine bağlıdır. Bu karşılıklı bağ, herkesi başkasının sorumluluğuna da karıştırır. Bir de, insanlar, ölenlerin kültürel mirascıları olduklarıdnan, aralarındaki bağlar, zamanı ve mekânı kapsar. Bu bağlar, doğaldır, sosyal ve ekonomiktir.
– Gelişmenin amacı, insanları birbirine benzetmektedir; dünya birliğine doğru yürümektedir; insanlar arasında sınıf, derece, ahlâk, giyim, dil gibi ölçü farkı gittikçe azalmaktadır. Tarih, yaşama kavgasının, ırk, din, kültür, eğitim yabancılar arasında olduğunu gösterir. Birliğe doğru yürüyüş, barışa doğru da yürüyüş demektir.
– Başkasına olan bir iyilik, bize de iyiliktir; başkasına olan kötülük, bize de kötülüktür. Bu nedenle, iyiliği sevmek ve kötülükten kaçınmak gerekir. (…) Bağlılık, bizi başkaları için hoşgörülü yapar. Çünkü, başkalarının kusurlarında bizim de istemeyerek çoğunlukla birlikte suçlu olduğumuzu gösterir.
Peki, bu sözler niye önemli? Ya da Atatürk’ü anlayıp öğrenmek bizim ne işimize yarayacak? Öncelikle, yıllardır Devletin ve Ordunun önemli kademelerinde yer alan, Atatürk ismini xenophobia, ırkçılık, aşırı devletçilik, militarizm, savaş severlik, fundamentalizm ve benzeri ideolojiler amacıyla kullanan kişilerin yarattığı çamurdan zihninizi uzaklaştırmanız için önemli. Kirletilmiş ve heykelleştirilmiş Atatürk imajı yerine, geçmişten günümüze ışık tutabilen, bizim içimizden çıkmış bir adama ihtiyacımız var. Atatürk tapınılması gereken biri değildir, ama mutlaka öğrenilmesi gereken birisidir. Kendisi, Türkiye’de yaşayan Türk halkının, diğer devlet vatandaşlarından aşağı hissetmemesi ve bu devletlerle birlikte yaşayabilen bir toplum haline gelmesi için uğraşmıştır. Solcu veya sağcı refleksiyle kendisini görmezden gelenler, çağdışı olarak sunanlar, aslında kendileri çağdışı zihniyetlere teslim olmuşlardır. Atatürk’ün bizzat kendisi “Ben manevi miras olarak hiçbir nas-ı katı, hiçbir dogma, hiçbir donmuş, kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım ilim ve akıldır. Benden sonra, beni benimsemek isteyenler, bu temel mihver üzerinde akıl ve ilmin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar” demişken, Atatürk veya Devlet maskesi altında ırkçılığı ve yabancı düşmanlığını körükleyenlerin kendileridir Atatürk’e ihanet eden.
Günümüzde Türkiye’de ve dünyada yaşadığımız problemler, aslında 100 yıl öncesinde İmparatorlukların yıkılıp yerlerine Cumhuriyet’lerin inşaa edildiği dönemlerden kalma inşaat artıklarıdır. Bu problemleri çözebilmek için, bahsettiğim artıkların kaynaklarını ve sebeplerini öğrenmemiz gereklidir. Her ne kadar devlet eliyle 23 Nisan’lar, 30 Ağustos’lar, başka bayramlarla ve kutlamalarla arka plana itilmeye çalışılsa da, Cumhuriyetimizle ilgili bayramları, geçmişi anlayıp ders çıkarmak için kullanmak zorundayız.
30 Ağustos’u kutlamak için yazdıklarımı, Atatürk’ün Romanya Dışişleri Bakanı Antonescu ile konuşması sırasında dedikleriyle kapatmak istiyorum. (link: http://www.atam.gov.tr/ataturkun-soylev-ve-demecleri/romanya-disisleri-bakani-antonescu-ile-konusma )
‘Zamanında kitaplar karıştırdım. Hayat hakkında filozofların ne dediklerini anlamak istedim. Bir kısmı her şeyi kara görüyordu. “Mademki hiçiz ve sıfıra varacağız, dünyadaki geçici ömür sırasında sevinç ve mutluluğa yer bulunmaz” diyorlardı.
Başka kitaplar okudum, bunları daha akıllı adamlar yazmışlardı. Diyorlardı ki: “Mademki sonu nasıl olsa sıfırdır, hiç olmazsa yaşadığımız sürece şen ve neşeli olalım.”
Ben kendi karakterim bakımından ikinci hayat görüşünü beğeniyorum, fakat şu sınırlar içinde:
Bütün insanlığın varlığını kendi şahıslarında gören adamlar zavallıdır. Besbelli ki, o adam birey sıfatı ile yok olacaktır. Herhangi bir kişinin, yaşadıkça memnun ve mutlu olması için gereken şey, kendisi için değil, kendisinden sonra gelecekler için çalışmaktır. Anlayışlı bir adam, ancak bu şekilde hareket edebilir. Hayatta tam zevk ve mutluluk, ancak gelecek nesillerin şerefi, varlığı, mutluluğu için çalışmakta bulunabilir.’