
Ön not: Bu konuyu anlatırken çok tehlikeli sularda yüzdüğümün farkındayım. “Kadın nefreti yayıyorsun”dan başlayan ithamlar gelebilir. Ama burada belirli kişi ve kuruluşlara nefret kampanyası beslemekten ziyade, erkeklerin dillendirmediği bazı şeyleri sunmaya çalıştığımı belirtmek zorundayım. “Özgürlük”, “demokrasi”, “insan hakları” söylemleri sergileyenlerin anlayışla karşılayacağını zannediyorum.
Uluslararası Erkekler Günü (International Men’s Day), 1999’dan beri her 19 Kasım kutlanılan, UNESCO’nun da desteklemiş olduğu özel bir gün. Tam şu an kadınlardan “ama zaten her gün erkekler günü” ve erkeklerden “aaa öyle bir gün mü var” sözlerini duyar gibiyim. İşte tam da o yüzden ihtiyaç duyduğumuz bir gün.
Erkekler Günü, oğlan çocukları ve erkeklerdeki sağlık sorunları, cinsiyet iletişimlerinin güçlendirilmesi, cinsiyet eşitliğinin desteklenmesi, ve erkeklerin ihtiyaç duyduğu rol modellerinin öne çıkarılması gibi konuların tartışılması ve erkeklerin topluma olan katkılarının kutlanması açısından öneme sahip. Aslında Erkekler Günü’nün geçerli bir gün olması isteği 1960’lara kadar uzanıyor, ve o sıralar 23 Şubat olması teklif edilmiş. Birçok ülke farklı tarihlerle uygulamaya çalışsa da, şu an geçerli olan kutlamalar Trinidad Tobago’dan Jerome Teelucksingh’in koordinasyonuyla başlamış. Erkeklerin kendilerine örnek olacak iyi rol modellerine ihtiyaç duymasından dolayı böyle bir özel günün olmasını istenmiş. Gün olarak 19 Kasım’ın seçilmesi ise, hem Teelucksingh’in babasının doğum günü, hem de bir yerel spor takımının cinsiyet, inanç ve etnik ayrımları kaldırarak birlikteliğe ulaştığı gün olmasındanmış.
Kadın-erkek eşitliği ve cinsiyetler arası etkileşim, insanlık tarihinin geçmişinin en önemli parçasını oluşturuyor. Bu tarihi bilmek, günümüzde yaşadığımız kadın hakları ve erkek hakları tartışmalarını anlayabilmenin ilk basamağını oluşturuyor. Bu yüzden, çok fazla detaya girmeden, ana hatlarıyla anlatmaya çalışalım.
İnsanlığın varolması ve evrimi milyonlarca yıllık bir süreç. 2.6 milyon yıl önce Buzul Çağı (Pleistosen Çağı) başlıyor ve 11.700 yıl önce bitiyor. Anlatacağım tarih de buradan başlıyor. Modern insanın atası homo erectus’a ait bulunan fosiller 1.8 milyon yıl öncesine kadar uzanıyor. Yaklaşık 315.000 yıl önce de ilk homo sapiens’ler gözükmeye başlıyor. Taş Devri denilen bu zaman boyunca, taştan alet yapmayı, ateş yakmayı, yemek pişirmeyi ve giysi üretmeyi öğreniyoruz. Bu dönemin insanları animizm inancına sahipler, doğadaki her şeyin canlı olduğuna yönelik bir inanç bu. “Kadın egemen” denilen yaşantı biçimi yine bu dönemde oluyor. İnsan toplulukları, hayatta kalabilmek için kadının doğurganlığına ihtiyacı olduğunun farkında, ve bunun da etkisiyle tanrıları da kadın olarak tasvir ediyorlar. Avcı-toplayıcı yaşayan bu kabilelerde avlanma görevi erkeğin üstünde, kendi kabilesini diğer kabilelerden ve benzeri saldırılardan korumak yine erkeğin sorumluluğunda.
Buzul Çağı’nin bitişiyle insanlar mağaralarından çıkmaya başlıyor ve yerleşik hayatın temellerini atıyor. Bilinen ilk taş yapılaşma (megalit) milattan önce 10.000 yılına ait olan Göbekli Tepe. Bu dönem insanlar, hayatta kalabilmek için doğayı anlamak ve doğayla uyumlu yaşamayı öğrenmek zorunda olduklarını farkediyor. Animizm inançları şamanizme evriliyor. Şamanlar (kam) kabilenin yol göstericisi oluyor, ruhlarla iletişim kurmak ve şifa gibi konularda da yardımcı oluyor. Kadın-erkek arasında eşitliğin varolduğu bir dönemdi bu. İlk kamlar kadın olsa da, erkekler de bu görevi üstleniyor. Gıda bulmakta (avcılık, toplayıcılık, tarımcılık, hayvancılık) kadınlar toplumun önemli bir parçası haline geliyor. Orta Asya Türk devletlerinden bildiğimiz kadın savaşçılar da yine bu zamandan gelme.
Taş Devri’nin bitişi ve Tunç Devri’nin başlamasıyla, şehir devletlerinin kurulmasını ve ilk medeniyetlerin oluşmasını görüyoruz. Bu devletlerin yöneticileri, halklarını idare edebilmek ve gerekli iş bölümünü sağlayabilmek için, ilk organize dinleri ortaya çıkartıyorlar. Bölgesel dinler ve etnik tanrılar görüyoruz, ve baş tanrılar mutlaka erkek oluyor. “Erkek egemen toplum” denilen düzen başlıyor. Devletleri yönetenler erkek, devletleri için ölenler yine erkek. Kadınlar geri plana itiliyor, evi geçindirmek tamamen erkeğin üstüne yükleniyor ve erkek “evin reisi” haline geliyor. Demir Çağ’a geçtiğimizde, krallıkların işini kolaylaştırmak için Hristiyanlığın oldukça büyük yardımı dokunuyor. Oluşan hiyerarşilerde erkek hep merkezde yer alıyor. Viking ve Türk toplulukları gibi bazı bölgeler dışında kadının ezildiğini görüyoruz.
Milattan Sonra 1447 yılına geliyoruz. Johannes Gutenberg şu meşhur matbaasını icat ediyor. Machiavel, Rafael, Leonardo da Vinci, Mikelanj, Montaigne, Luther, Albrecht Dürer, Shakespeare, Rembrandt gibi kişilerin düşünceleri ve eserleri dünya çapında yayılmaya başlıyor. 15. ve 16. yüzyıllarda yaşanan bu döneme Rönesans diyoruz. Martin Luther’in 16. yüzyılda Katolik Kilisesi’ne karşı çıkıp Protestanlık inancını başlatmasına da Reform diyoruz. Rönesans ve Reform’un topluma olan etkilerinin birikimi sonucu, 1760-1840 yılları arasında Endüstri Devrimi yaşanıyor. 1700’lerde Adam Smith klasik liberalizm düşünceleri açısından önemli bir isim oluyor. 1776’da meşhur Ulusların Zenginliği kitabını yazıyor. Ve yine 1776 yılında, Thomas Jefferson, John Adams, Benjamin Franklin gibi önemli kişiler tarafından Amerika Birleşik Devletleri kuruluyor. 1789-1799 yılları arası yaşanan Fransız Devrimi’nin de büyük etkileri oluyor. Tüm bu akımlar ve özgürlükçü düşünceler, kralların tahtını sallamaya başlıyor. 1800’lerde Amerika kıtalarında, 1900’lerde Avrupa kıtasında, toplumların krallık ve imparatorluklardan kopup Cumhuriyet kurmaya başladıklarını görüyoruz.
Kiliseler ve kralların toplum üstünde kurduğu baskılar kalktıkça, insan hakları, özellikle kadın hakları konusunda sesler yükseliyor ve toplumsal tepkiler artıyor. 1850’lerde feminist ve feminizm kelimeleri ortaya çıkıyor. Birinci Dalga Feminizm dediğimiz dönem (1800’lerin sonu, 1900’ların başı) boyunca, kadın grupları oy hakkı (suffrage) ve mülk hakkı gibi eşitsizlikler için eylemlere başlıyor. Bu eylemler sonuç veriyor, ilk kez 1893’te Yeni Zelanda’da başlayarak kadınlara oy hakkına yönelik kanunlar geçmeye başlıyor (tam liste için: https://www.infoplease.com/us/gender-sexuality/womens-suffrage ). 1948’e geldiğimizde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edildiğini görüyoruz. İnsan Hakları’na yönelik özgürlükçü düşünceler geliştikçe, bazı grupların toplum içinde ezildiğine ve haklarının verilmediğine yönelik görüşler de artış gösteriyor. Örneğin Amerika’da Afrikalı Amerikalı haklarının önderliğini üstlenen Martin Luther King, Jr.’ın 1963’te yaptığı meşhur “I Have a Dream” konuşması vardır. Aynı dönem, kadın grupları da kendilerine yönelik eşitsizlikleri ve haksızlıkları ortadan kaldırabilmek için İkinci Dalga Feminizm eylemlerini başlatıyor ve bu eylemler 1980’lara kadar sürüyor. Kadınlarda cinsel özgürlük, maaş dengesizlikleri ve kariyer seçimleri üzerine mücadelelerde bulunuluyor.
“İyi, güzel, tamam her şey çözüldü herhalde” düşünebiliriz. Ama işte buradan sonrası işler karışıyor. 1990’dan itibaren Üçüncü Dalga Feminizm başlıyor. Tümüyle erkeklere, devletlere, yasalara, topluma küskün kadın grupları oluşuyor. Dönemin punk kültürünü ele geçirip, kimliklere, kişiliklere, tanımlamalara karşı savaş açıyorlar, ve “eşitliği” ancak bu şekilde elde edebileceklere inanıyorlar. O dönem kadınlar arasında bile itici görülen aşırı agresif feminist aktivistler artıyor. Ancak 2000’lerin sonunda Üçüncü Dalga Feminizm değişerek Dördüncü Dalga Feminizm halini alıyor. Bu feminizm Üçüncü Dalga Feminizm’den köken alsa da, sosyal, yazılı, görsel her türlü medya kanallarını kullanarak insanlara ulaşmaya çalışıyor, kültür piyasasını ele geçirmeye başlıyor. Birinci ve İkinci Dalga Feminizmi övüp yücelterek, o zamana kadar kendilerinden uzak kalmış kadınlara da ulaşmayı başarıyor. Tüm bu dalgalar birbirine karışıyor. Kadın-erkek eşitliği, LGBT (ya da 2018 deyimiyle: LGBTTQQIAAP+), ateizm+, siyahi ve hispanik hakları gibi konular da feminizm’in tekeli altına giriyor.
Dikkat ederseniz, buraya kadar sürekli kadınlar ve kadın haklarından bahsettik. Çünkü kadınlar tarih boyunca toplumda hep ezilmişler ve 1909 yılından beri Kadınlar Günü’nün kutlayarak temel hak ve özgürlüklerini korumaktalar. Erkekler kendi haklarını savunmaya cesaret gösteremiyor. Hem “erkek” olmanın şikayet etmeden görevini yapmayı gerektirmesi, hem de geçmişten gelen suçlamaların altında ezilmelerinden dolayı. Bu yüzden erkeklere ne yer içer diye soran yok ve bir köşede unutulmuş halde bekliyorlar. Kadınlar “ezilmiş cinsiyet” ise, erkekler de “unutulmuş cinsiyet” halinde. Bir kadın modern feminizmin ona verdiği güçle “KADIN VARDIR” diye coşkuyla bağırırken, ve bunu bir yaşam mücadelesi haline çevirirken, bir erkek “ben de varım” derken bile silikleşiyor. Oysa aynı güçle “ERKEK VARDIR” diyebilmeli, ve erkeklerin yaşadığı sorunları da tartışabilmeliyiz.
“Erkeğin ne sorunu varmış ya amaaaan sen de”… şeklinde serzenişler duyar gibiyim. Doğru ya, bir dönem kralların, papaların, cellatların hepsi erkekti. Bu demek oluyor ki yaşayan ve yaşayacak her erkek de doğar doğmaz kral oluyor… Ah, bekle! Ama öyle değiliz ki, bu dünyada varolan işçilerin, kölelerin, ölüme gönderilen askerlerin de erkek olduğu es geçiliyor.
Bir oğlan çocuğu, doğar doğmaz toplumun ona dayattığı kalıba yoğrulmaya başlıyor. Toplum gözünde “başarılı insan” olup mutlu bir hayatı elde edebilmek için, ondan beklenen biçimde yaşamaya çalışıyor. Erkek adam gülmez! Erkek adam ağlamaz! Erkek adam yorulmaz! Ve benzeri komutlarla, kendi duygu, düşünce ve hayallerinden koparılmış bir hale geliyor. Sırf toplumda saygı göreceği bir yeri sağlama alabilmek için de, bu beklentileri harfiyen yerine getirmek zorunda kalıyor. Hayvanlar arasında (özellikle memeli hayvanlar) erkek-dişi ilişkisi, erkeğin kendini kanıtlaması ve dişinin de önündeki seçenekler arasından en iyisini seçmesine dayalıdır. Modern toplumda kadın-erkek ilişkileri de bundan öteye gitmediği için, erkek de akranlarından daha yakışıklı, daha çalışkan, daha zengin, daha iri, daha kariyer sahibi… biri olmaya çabalıyor. Toplum ve çevresi de bunun gerekli olduğunu ona sürekli hatırlatıyor. Bu şekilde yaşamayan ve toplumun kendisinden beklentilerini karşılayamayan erkek, “eksik erkek” olduğunu düşünmeye başlıyor. Şefkat ve sevgiden yoksun büyüyen erkek, korku ve saygıyla bu eksikliklerini kapatmaya çalışıyor. Tüm bu zorunluluklar, erkeği yalnız bir hayata itiyor. Cesur gözükmeye çalışan korkak biri haline geliyor, kendi bireysel varlığını kaybediyor.
Erkekseniz her sorununuzu, her sıkıntınızı, içinize atıp “erkek gibi” davranmanız bekleniyor. Fakat erkek dediğimiz şey de bir “insan”dır. Onun da duyguları vardır, onun da üzüntüleri vardır, onun da ağlamaya ihtiyacı vardır. Ama “töre” toplumu da, “modern” toplum da erkeğe belirli misyon verip üstüne sorumluluklar yükleyince, erkek tüm bu duygularının altında kalıp tam anlamıyla eziliyor.
Peki ne oluyor? Erkeğin içine attığı her şey, büyük duygu patlamaları olarak geri dönüyor. Aciz kalan erkekler şiddete yöneliyor, kendisini şiddetle anlatmaya çalışıyor. Baskı ne kadar fazlaysa, bunun tepkisi de o kadar büyük oluyor. Erkeklerde intihar vakalarının çokluğu da yine bununla alakalı. Hayatta yapabilecek bir şeyi kalmadığını düşünen erkekler tek çözüm yolu olarak intiharı görüyor.
Önümüze bazı istatistikler geliyor bazen. Ben bunları vermeyi istemiyorum. Çünkü bu veriler belirli bölgelere ve belirli dönemlere ait olabiliyor, bu yüzden de sayılara kesinlikler atamayı doğru bulmuyorum. Ancak yine de intihar vakalarının, evsizlerin, cinayet kurbanlarının, daha ağır hapis cezası alanların büyük çoğunluğunun erkekler olduğunu söylemek gerekiyor. Uluslararası Erkekler Günü, bu oranların tartışılması ve çözümler aranabilmesi için de çok önemli bir gün.
Bir çocuğun sağlıklı bir birey olarak büyüyebilmesi için, hem annesine hem babasına ihtiyacı var. Geleneksel bakış açıları yüzünden, babalar çocuklarından uzaklaştırılıyor ve iş hayatı bu sorunu iyice derinleştiriyor. Çocuğun bakımı sadece anneye yüklenince, bu hem anneye yük olmuş oluyor, hem de babasından alması gereken eğitimi ve sevgiyi göremeden büyümüş oluyor. Kendisiyle ilgilenen ve pozitif rol model olabilen babaya sahip çocukların, daha mutlu, daha huzurlu ve daha başarılı büyüdüğünü gözlemliyoruz. Boşanma davalarında mahkemelerin çok büyük bir oranla annenin tarafını tuttuğunu ve bazen haksız yere babayı çocuğundan uzaklaştırdığını da görebiliyoruz. Babalara olan bu önyargı, en çok da çocuklara zararı dokunuyor.
Kadınların yaşadığı sağlık sorunları (özellikle göğüs kanseri) büyük kampanyalarla tartışılırken, erkeklerin sağlığı gözardı ediliyor. Erkeklere uygulanan cinsiyet ayrımcılığının sadece bir kısmı bu. Kötü çalışma koşullarına sahip mesleklerde çoğunlukla erkeklerin görevlendirilmesinden dolayı, mesleki yaralanma ve ölümlerin erkek sağlığında büyük bir problem olduğunu vurgulamak gerekiyor. Kalp krizi, testis kanseri, depresyon, bağırsak kanseri, diyabet, prostat kanseri, erkekler için en tehlikeli hastalıkların başında geliyor.
Erkeklere yönelik psikolojik desteğin, topluma uyum sağlayan erkek oranının artmasına imkan vereceğini de belirtelim.
Dördüncü Dalga Feminist grupların konuşmalarımda dikkatimi çeken bir kısım, aslında onlar da farkındalar erkeklerin yaşadığı bu sorunlardan. Ancak direk olarak bu sorunlara eğilmekten kaçınıyorlar. Diyorlar ki, “bakın bu sorunlarınızın kurtuluşu feminizm’dir, duygularınızı çekinmeden söyleyebileceğiniz bir dünya hazırlamayı istiyoruz, ama bunun için önce biz kadınların sorunlarını tamamiyle çözün, ondan sonra sizin sorunlarınızla ilgileniriz”. Yani yine “kadını koruması gereken erkektir” misyonunu erkeklere yükleyerek, sorunun çözümü değil, aslında sorunun başka bir kaynağı oluyorlar.
Kadın-erkek eşitliğinin gerçekten sağlanabilmesi için cinsiyetler arası sağlıklı iletişimin tek geçer yol olduğunu hep savundum. İdeolojik kalıpların bu yol önünde en büyük engel olduğunu düşünüyorum bu yüzden. “Erkekler Günü de neymiş be yaaa” demek yerine, bugün erkeklerin yaşadığı sorunların tartışılıp karşılıklı empati yapabilmemiz lazım.
Kadınlara “erkekleri anlayabilmesi” ve erkeklere de toplum içinde karşılaşacağı sorunları anlayabilmesi için bazı kitaplar önermek istiyorum. Böylelikle de 19 Kasım’ı kutlamış oluruz.
– Vahşetin Çağrısı (The Call of the Wild) – Jack London:
İlkokulda okuyup tam anlamıyla hastası olduğum iki Jack London kitabından biri. Buck’ın vahşi doğanın çağrısını takip ettiği zaman yaşadığı değişimi konu alıyor. İnsana doğayı sevdirmek ve kendi doğasıyla barıştırmak için güzel bir hikaye.
– Beyaz Diş (White Fang) – Jack London:
Jack London’un sevdiğim diğer kitabı, Vahşetin Çağrısı’nın devamı olarak yazılan hikaye. Masalsı havasıyla, içgüdülerimizle toplumda nasıl hayatta kalabileceğimizi ve sevginin önemini anlatıyor.
– Bozkırkurdu (Steppenwolf) – Hermann Hesse:
Vahşetin Çağrısı ve Beyaz Diş sonrasında okunabilecek bir kitap. İnsan ve Kurt parçalarımızı inceleyen, bu parçaların nasıl bütünleşebileceği üstüne felsefeler içeriyor.
– Tutunamayanlar – Oğuz Atay:
Yazarın hayatından izler taşımasından dolayı, kısmen bir otobiyografi, kısmen modern hayata tutunamayanları anlatan bir roman. Okuyan kişilerin hayata bakışını değiştirdiğini söylemesi, atlaya atlaya okuyanların da “ben de kaybedenim abi” diyerek ortada dolaşması gibi etkileri vardır.
– Cinsel Olan Politik Midir? – Slavoj Zizek:
Zizek, çağımızın enteresan fikirlere sahip ve bu fikirlerini marjinal bir görüntü altında sunan filozofu. Kendisinin siyasete bakış açısını seversiniz ya da sevmezsiniz, yine de kitapları size farklı bir bakış açısı katacaktır. Cinselliğin, şiddetin ve politikanın birbiri içine geçtiği günümüzde, varsaydığımız kesinlikleri kendi süzgecinden geçirip bize tekrar sunuyor.
– Bitik Erkekler (Man Disconnected) – Philip G. Zimbardo:
Meşhur Stanford Hapishane Deneyi’nin mimarı olan Zimbardo’nun yazdığı kitaplardan biri. Erkeklerin sosyalleşmekten uzaklaştırılıp teknolojinin esiri haline gelip nasıl “bitirildiğini” anlatıyor. İnsan doğasının derinliklerine girmek için The Lucifer Effect, The Time Paradox, The Demise of Guys kitapları da okunabilir, ama sanırım sadece The Lucifer Effect Türkçe’ye çevrilmiş (Şeytan Etkisi olarak).
– Aşkın Metafiziği – Arthur Schopenhauer:
Hayata ve insanlara bakışı ve anlattıklarıyla en beğendiğim filozoftur Schopenhauer. Bundan 200 yıl öncesinde, bilim henüz bugünkü kadar gelişmemişken, aşkı, romantizmi ve mutluluğu analiz etmiş. Aşkta mantık ve sevginin ayrı ayrı etkilerinden bahsetmiş. Kadın-erkek ilişkilerini elle tutarmış gibi algılayabilmek istiyorsanız oldukça yararlı. Schopenhauer’ın denemelerinden derlenmiş diğer kitaplar için Yaşam Bilgeliği Üzerine Aforizmalar, Ölümün Anlamı, Hayatın Anlamı gibi kitapları da okunabilir.
– Erkekler Gerçekten Ne İster (What Men Really Want) – Herb Goldberg:
Erkekler sürekli duygusuz, sevgisiz ve kalpsiz olarak tanımlanır. Ancak bu kitap, kadınların erkeklere olan önyargılarının önüne geçebilmek için, erkekleri erkek gözüyle anlatmaya çalışıyor. Erkekle kadının birbirlerini yanlış anlamasını düzeltebilmek için önemli.
– Erkekler – Ayşe Akaltun:
Bir kadının, “Erkek” dünyasına girip, farklı erkeklerin çocukluklarından beri yaşadıklarını derleyip topladığı bir kitap. Söyleşiler ve kurmaca metinlerle, erkeklerin toplum içindeki konumunu gözlemleme imkanı sunmuş bize.
– Eşcinsel Erkekler – Murat Hocaoğlu:
Toplumun kalıplaşmış değer yargılarının önünde “yeterince erkekleşememiş” erkeklerin hayat hikayeleri ve toplum içindeki yerlerini, 25 ayrı röportaj ile sunmuş. LGBT haklarının sadece bir “kadın hakları sorunu” olmadığını, “erkek hakları sorunu” da olduğunu gösteriyor.
– Öteki Erkekler – Aras Güngör:
Trans erkeklerin yaşadıkları sorunlar anlatılmış. Yedi kişinin hayatları üstünden, “kadın” ve “trans” kimlikleri, hukuki süreçleri, gündelik yaşantıları aktarılmış. Transgender ve toplumsal cinsiyet mevzularına derin bir bakış olmuş.
– Hayali Kahramanlar Hakiki Erkekler – H. Bahadır Türk:
Çizgi romanlar üzerinden popüler kültürde erkekliğin nasıl gösterildiğini ve nasıl tanımlandığını anlatıyor. Hayali kahramanlarda erkeklik ve şiddet arasındaki bağlantıyı tanıtıyor.
– Sapiens – Yuval Noah Harari:
Son yılların en popüler kitaplarının başında geliyor, duymamış ya da görmemiş olmanız imkansız. “Nereden geldik, nereye gidiyoruz” sorusunun “nereden geldik” kısmını cevaplandırıyor. Bilimsel keskinliği olmasa da, felsefe penceresinden insanın geçmişini sunuyor.
– Homo Deus – Yuval Noah Harari:
Bu da Sapiens kitabının ikinci bölümü, devamı. “Nereye gidiyoruz” sorusunu cevaplıyor bu sefer de. Günümüzde insanlığa verdiğimiz değerin, geleceğe yansımasını anlatıyor. Önceki kitaba benzer şekilde, bilimsel kesinlikliklerle değil, felsefik düşüncelerle şekilleniyor.
– Kahramanın Sonsuz Yolculuğu (The Hero with a Thousand Faces) – Joseph Campbell:
Mitolojilerde ve romanlarda okuduğumuz kahramanların yolculuklarını belirli bir formüle döken meşhur kitap. Okurken anlatılan aşamaları kendi hayatımıza uyarlamak da mümkün.
– Çatışma Ortamında Barış Dili (Speak Peace in a World of Conflict) – Marshall B. Rosenberg:
Erkekler bir tartışmada galip gelebilmek için çabucak şiddete başvurarak üstün olmaya çalışıyor. Kadınlar da bununla mücadele edebilmek için aynı oranda şiddetle karşılık veriyor. Bu durum da insan ilişkilerini çıkmaza sokuyor. Barış Dili’yle arabuculuk yapmayı ve böylelikle içsel barışı da elde etmenin nasıl mümkün olduğunu anlatıyor.
– Savaş Sanatı (The Art of War) – Sun Tzu:
Sadece bir askeri strateji kitabı olarak yaklaşmamak lazım. Çatışmaların psikolojik yönüne de değindiğinden, bize çatışmalardan nasıl kaçınabileceğinizi ve çatışmaya girdiğinizde nasıl kazanabileceğinizi anlatıyor. İş hayatında ve insan ilişkilerinde faydası olacaktır.
– Toplum Sözleşmesi (The Social Contract) – Jean-Jacques Rousseau:
Devleti oluşturan toplumu ve toplumla devlet arasındaki ilişkiyi anlatıyor, insanların özgürlüklerinin sınırlarını açıklıyor ve adaleti önplana çıkarıyor. Her ne kadar 1762’de yayımlanmış olsa da, günümüzdeki toplum ve devlet düzenlerini anlayıp yorum yapabilmek için önem taşıyor. Devamında “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı Ve Temelleri Hakkında Nutuk” kitabı da okunabilir.
– 1984 – George Orwell:
Orwell’in, totaliter rejimleri eleştirmek için yazdığı roman. Nefret edip korktuklarımızı yokedebilmek için yarattığımız “sınırsız iktidar”ın aslında bizim sonumuzu getirmesi ve bireyselliği yoketmesini anlattığı distopya dünyası. “Akıllılık çoğunluğa bakılarak ölçülmez.”
– Cesur Yeni Dünya (Brave New World) – Aldous Huxley:
Orwell’in 1984’ünün zıttı biçimde, sınırsız mutlulukla şartlandırılan, düşünmekten uzaklaştırılan, duyarsızlaştırılan, bireyselliği yokedilen bir toplumdaki sosyal istikrar düzenini konu alıyor. 1984’e göre çok daha eğlenceli ve zengin bir dünya düzeni gibi gözükse de, aslında toplumda yarattığı sonuç aynıdır.
– Yaban – Yakup Kadri Karaosmanoğlu:
Birinci Dünya Savaşı sonrası bir Anadolu köyüne giden subayın, köylülerle yaşadıklarını konu alır. Yakup Kadri’nin deyimiyle, benliğinin çok derinliklerinden kendine sökülüp, koparak gelen bir çığlık gibidir. Aydın ve eğitimli bir şehirlinin, asırlarca cahil bırakılmış köylülerle yaşadığı anlaşmazlıkları ve bu sırada köylülerin Milli Mücadele’ye karşı tavırlarını anlatır.
– Dönüşüm (Metamorphosis) – Franz Kafka:
Yozlaşmış aile ilişkilerine, toplumun dayattıklarına, sistemin çarklarına başkaldırmaya çalışan Gregor Samsa’nın hikayesidir. “Kafkaesque” (Kafkavari) denilen “gereksiz derece karmaşık, oldukça sinir bozucu, kabus gibi baskıcı” dünya düzenine bir başkaldırıdır. Bu kitabı severseniz, Franz Kafka’nın meşhur romanı Dava (The Trial) ve Joseph Heller’in Madde 22 (Catch-22) kitaplarını da önerebilirim.
– Maus: Hayatta Kalanın Öyküsü – Art Spiegelman:
İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere uygulanan Nazi zulmünü en iyi anlatan hikaye olduğunu düşünüyorum. Art Spiegelman, toplama kamplarından kurtulmuş olan kendi babasıyla yaptığı sohbetlerle, yaşananları en ağır haliyle gözler önüne sermiş. Ama hikaye sadece bununla sınırlı değil, bu olayların travmasını hala yaşayan babasının kendisine yönelik baskı ve kötü tavırlarını da konu alıyor. “Şiddet, şiddeti doğurur” sözünün çizgi romana dökülmüş hali.
– Güngezgini (Daytripper) – Gabriel Ba, Fabio Moon:
Yaşam ve ölümü edebiyat ve felsefeyle birleştirerek çizgi romana taşımışlar. Anlatmak yerine okunulmasını tercih ederim. “Mutlaka okunması gereken 5 çizgi roman”dan biri.